Üç Kelime ve İki Soru Ve Bir Cevap

Üç Kelime ve İki Soru Ve Bir Cevap

Farkında olmadığım çokça zaman geçmişti ömrümden.
Kendimden çok şey kaybetmiştim.
Öyle ki zaman zaman kendimi bile kaybetmek üzere olduğumun bilincine varabiliyordum.
İnsanın bazen ne yaşadığını, neyi yaşadığını, belki de yaşadığını unutması olağan bir şey midir?
Bunun bilincinde olmak, kanımdaki canlılığı hissetmemi sağlamıştır kimi zaman.
Yaşıyordum. Bir şeyleri özlerken bunu hissedebiliyorum. 
Bir nesneyi, bir kimseyi severken mesela.. 
Günler birbirine benzer şekilde akarken; hangi gün, hangi yer, hangi duyguda olduğumu kestiremiyordum..
Varlığımın keskin ızdırabını her nefesimde hissetmeme karşılık, yok olmuş olduğumun zehirli düşüncesini iliklerime kadar hissettiğimi itiraf etmeliyim.

Neydim ben?
Ne içindim? 
İnsanın; kendini, yaşantısını, gayesini velhasıl yaşama uğraşısını sorgulaması, asırlardan beri var olan bir mesele. 
Sorgulamak tabii bir meseleydi elbet lakin sonuç yani sorgulamanın elde ettiği veriler çoğu zaman değişiklik arz etmiştir.
Zaman ve mekânların değişikliği, imkân ve güç yettirebilmenin değişikliği, düşünce ve ortamın, anlam ve kavrayışın değişikliği sorgulamanın sonucunu etkilemiştir. 

Sorun bu sorgulamanın bende meydana getirdiği sonuçlar değildi. 
Yani bir şekilde bu iki soruya anlamalı ve anlaşılır cevaplar verebiliyordum. 
Ne olduğumu, niçin olduğumu çoğu kez kendime, devamlı haline getirdiğim cevaplarla izkar ediyordum.
Sorun bundan sonrası için baş gösteriyordu. 
Bilmek, birçok insan için ne ifade eder bilmem ama benim için harekete geçmenin parolası olması gerektiğini düşünürüm hep.
Cevaplandırdığım çoğu soru/sorun, aşmam gereken yeni soru(n)ların ilk adımı gibi bir şeydi.. 
Bu yüzden bilmek acı verici olabilir bir insan için.
Ya da ille de bilmeyi istemek. 
Bu biraz da deniz suyu içmek gibi bir şey değil midir?
Ne diyordum? Farkına varamamak, yaşamış gibi hayatın engebeli zamanlarından geçmek.
Yaşamış gibi.. 
Ne acı değil mi? Mış gibi, miş gibi kelimelere sığarak göçüp gitmek..

Aslında anlamak/anlatmak istediğim; onca zaman çaba verdiğim, uğraştığım -belki de uğraştığımı zannettiğim- yaşamanın elle tutulur, gözle görülür, kalple hissedilir ve dil ile ikrar edilebilir bir gerçeklik olduğudur. 
Yakiniyet bildirmek cüretini gösterdim çünkü bunu haddinden çok tecrübe ettim.
İçimde kırık parçacıkları olan hayatın en derin kesiklerini ve ince sızısını ellerimle yoklayarak, belleğimle ve kalbimle dokunarak hissettim..

Bir bebeğin eline geçen her şeyin tadına bakarak onu anlamaya çalışması gibi bir şeydi bu benim için. 
Anneden koptuktan sonra gelen en genel yaşamı anlama belirtisidir bu. 
Yaşamı anlama, nesneyi bilme çabası, bir şeyleri kemirme.. 
Daha bebekken bile hayatı, çiğnemekle, tatmakla, dokunmakla yoklarız.
Ama bu bilme dürtümüzü doyurmaz.
Zamana yaymak gibi, bilmek için büyümek zorunda olmak gibi bir açlığı var hayatın.
Büyüdükçe bilinir mi bilmem. 
Ama bazı şeyleri bilmek için bedenen olmasa bile aklen büyümek şart.. 

Görmek ve bilmek bizi o kadar tatmin etmez.. Büyüdükçe bu yüzden hissetmek ve gerçek anlamda kavramak için dokunuruz.. 
Ateşi görmek, bilmek ve dokunup yaktığını bilfiil anlamak, hakka’l-yakin mertebesine yükselmenin yani yaşadığının, var olduğunun en basit ama acı verici bir örneğidir.
Bir şeylerin farkına vardığım söylenebilir mi? 
Bir şeyleri anladığım, yaşadığım, anlamlandırdığım? 
Ne anlattım, ne atlattım, ne söylemek istedim onu da bilmiyorum.. 
Öyle karmakarışık bir duygunun sürüklediği Ramazan bayramı arefesi, tepemde yirmi yıllık bir vantilatörle kafamı dayadığım minberden kendime/kendisine seslendim belki duyar/ım.

M.Ali BARAN

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ