Arnavutluk ve Kosova sınırlarını geçerken bütün Avrupa’yı bu pasaportla gezerim (yeşil pasaportu kast ederek) diyen arkadaşımızı polisler arabadan indiriyor ve ilginçtir ki pasaport renginin neden herkesten farklı olduğunu soruluyor hatta pasaportun gerçek olmadığını bile iddia ediliyordu. Neyse ki çok geçmeden arkadaşımız derdini anlatabilmiş ve aramıza geri dönmeyi başarmıştı. Otobüsten dahi indirilmediğimiz sınırlarda arkadaşımızın yaşadığı hadise, sonraki süreçte pasaport rengiyle ayrımcılık yapmasının önüne geçmişti. :) Makedon sınırına gelmemizle Makedonlar araçta kalmış otobüsteki üç yabancı olarak bizleri indirip bayağı soru sormuşlardı. Neyse ki elimizde dönüş biletimiz ve kalacak yerimiz olduğundan çok diretmeden sınırı geçmiştik. Ve Üsküp otogarındayız.
Daha önceden adı Scupi olan Üsküp, 1392’de Yıldırım Beyazıt döneminde Osmanlı’nın hakimiyetine girdikten sonra “Üsküp” ismini almıştır. Birkaç yüzyıl Osmanlı’nın hakimiyetinde kalmış, mimari, ekonomik ve politik açılardan geliştikçe gelişmiştir. Osmanlı-Avusturya Savaşları’nın yaşandığı dönemde Avusturya Osmanlı’nın topraklarını işgal ederken Üsküp de Avusturya tarafından işgal edilen şehirlerden olmuş, hatta bu sırada Üsküp tarihinin en talihsiz olaylarından “1689 Hadisesi” yaşanmış ve şehirde sayısız yer ciddi zarar görüp kullanılamaz hale gelmiştir. Bu olay sonrası Osmanlı, saldırıları geri püskürtmeyi başarmış ama verilen zararlar birçok insanın hayatını mahvedecek kadar kötü olmuştur. 1913 yılında Balkan Savaşları sonrası Osmanlı Üsküp’teki hakimiyetini kaybetmiş ve Üsküp’ten diğer ülkelere ciddi göçler yaşanmıştır. Osmanlı’dan sonra Sırplar Üsküp’ü işgal etmiş ve ülke 1913’te Sırbistan’ın hakimiyeti altına girmiştir. Sonradan Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar ve Sloven Krallığı’nın hakimiyetlerine giren Üsküp 1944 yılında Yugoslavya yönetimi altındaki “Özerk Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti olmuş durumda. Çok eski değil, 1991 yılında ise Makedonya Cumhuriyeti bağımsız olmuş ve hala Üsküp Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti konumundadır.
Üsküp’e vardığımızdan beri her şeyin havası birden değişmiş farklı bir atmosfer kaplamıştı etrafı. İnsanlar sizinle Türkçe konuşuyor, ‘taksi lazım mı abi?’ diyorlardı. Konaklayacağımız yer 2-3 km mesafede olmasına rağmen gece saat tahmini 04.00 olduğundan taksiye biniyoruz. Gideceğimiz yere kadar tahmini 7-8 lira ile varıyoruz. İçeri girip yerleşirken sabah ezanı eşlik ediyor bizlere. Hemen karşımda bütün duvarı kaplayan bir pencere ve Sultan Murad Camii manzarası. Bütün turumuzun atmosferinin neden değiştiğini etrafımızı kaplayan camilerin sıklığı açıklıyor gibiydi. Sabah biraz dinlenip öğleye doğru daireyi terk etmeyi kararlaştırmıştık. Saat 11.00’a doğru hazırlanıp daha önce çizdiğimiz rotaya doğru adım atmıştık. Bu arada dairemizin bir tarafı Sultan Murad Camisi’ne bakarken diğer tarafı Eski Üsküp Çarşısı’na nam-ı diğer Osmanlı Çarşısı’na bakıyordu. Daireyi terk edip karşıdan karşıya geçtikten sonra kendimizi Türkiye’de tarihi bir kentin pazarında gibi hissediyoruz. Karnımızın biraz aç olmasına karşın, atmosferi yemeğe tercih edip hiç bilmediğimiz sokaklara ığıl ığıl süzülüyorduk. Az sonra kendimizi Üsküp Çarşı’sının hemen üst kısmında konuşlanmış olan 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri Mustafa Paşa tarafından yapılan mütevazi caminin izzetli ezanıyla ruhumuzu teslim ettiğimiz bir namaz safında buluyoruz. Namazdan sonra cami imamı dahil olmak üzere cami cemaati bizimle tanışıp nereden geldiğimizi sormak üzere etrafımızda halka oluşturmuşlardı. Taksiciyi, ev sahibimizi saymazsak gündüz gözü ve açık algılar ile ilk defa halk ile haşır neşir olmuş geldiğimiz ülke konumu itibariyle el üstünde tutulduğumuzu gözlemlemiştik. Yüksekçe olan cami bahçesinden etrafı biraz seyrettikten sonra ‘dayanamıyoruz, çok acıktık, yemek yiyelim’ gibi söylemler kulak tırmalamadan yemek yiyecek bir mekan ararken, Türkiye’nin prototipi olan bir şehir ve çarşıda hanları, hamamları, türbeleri ve bezistanları selamlıyorduk. Çok geçmeden Üsküp gezinizde sizlere tavsiye edebileceğim Bit Pazarında yer alan Teteks’te buluyoruz kendimizi. Fiyat performans bakımından kesinlikle tavsiye edilecek bir mekan. 3 kişi tıka basa doymamıza rağmen yaklaşık 550 denar ödedik. Et fiyatlarından da kaynaklanan bu ucuzluk, hayvanların doğal ortamlarda beslenmesinden kaynaklı lezzet ile birleşince ortaya harika tatlar çıkarıyor. Karnımızı doyurduktan sonra Üsküp’te bir hayli yaygın olan çay evi tarzında bir mekanda odun sobası eşliğinde hem ruhumuzun hem bedenimizin ısındığı bir muhabbet içinde buluyoruz kendimizi. Hava kararmadan kaleyi görmek istiyoruz fakat öngöremediğimiz bir şekilde hava kararmaya doğru yol alıyordu. Kestirme diyebileceğimiz ara sokaklardan geçerek nihayet kaleye varmıştık fakat görevli 40 dk sonra kalenin kapanacağını bundan dolayı gezimizi bir an önce bitirmemizi söylüyordu. İç kısmı gezdikten sonra sur dibine yaklaşıp aşağı bakınca gördüklerimiz bizi azıcık büyülemişti sanırım. Eski Üsküp ve yeni Üsküp’ün kesişim noktasında olan kale, bütün bir şehri ayaklarımızın altına sermişti. Karşımızda antik süsü verilmiş ihtişamlı bir bina, dibinde Vardar. Vardar nehri ile ayrılmış bir bölge. Bu binaya yakından bakmalıyız demeye kalmadan saatin dolduğunu fark edip aşağı doğru iniyoruz. Yukardan baktığımız binanın hemen yanında defalarca aynı sahneyi fotoğraflamaya çalışırken insanların garip bakışları beni tedirgin ediyor. Acaba burası neresi? Bu insanlar neden böyle bakıyor ki? Yanlış bir şey mi yapıyoruz? Soruları zihnimden geçerken çok geçmeden bu antik süsü verilmiş binanın bayındırlık bakanlığı olduğunu ve bu sebepten dikkat çektiğimizi öğreniyorum. Vardar kıyısından ilerlerken yoldaşlığımızın sıcaklığı içimizi ısıtırken dışarısı adeta buz kesiyordu. Buz demişken antik heykellerin, antik süsü verilmiş devlet dairesi ve müzelerin olduğu bir meydanda buz pistinde kayan çocukların sevincini paylaşıyoruz. Kent meydanında kimliğinizi bırakarak ekipmanları ücretsiz alıp buz pistinde kayabileceğiniz bir imkan sağlanıyor. Çekim yaptığımızı gören çocuklar ‘artistlik hareketler’ yapıp selam geçiyordu. Birkaçı ile de Türkçe muhabbet etme fırsatı yakalamıştık. Az ilerde ihtişamıyla baş döndüren bir yapı karşılıyor bizi, bu kadar çok antik yapının olması beni biraz işkillendirmiş yaptığım araştırmaya göre yakın zamanda inşa edilen bu mekanlar antik görünümünde yapılmış birer replikadan ibaret. Hiç şüphesiz bunların başında 2014 yılında bir proje kapsamında inşa edilmiş Makedonya Arkeoloji Müzesi geliyor. Gece karanlığının binayı aydınlatan ışıklar ile dağıtıldığı, yansımasının Osmanlı eseri olan Taş Köprü’de oluştuğu bir müze. Taş Köprü sayesinde Vardar’ı geçerken meydandaki dev heykeller dikkatimizi çekse de ilgimizi çekmiyor. Yürümekten ayaklarımızda derman kalmamış, açık yerlerin sayısı azaldıkça evimize geri dönmemiz gerektiği kanısı oluşmuştu. Nihayet kendimizi eve atıp pijamaları çekip uyku moduna geçmiştik. Ama bir sorunumuz vardı, canımız çiğ köfte çekmiş ‘nerden bulalım şimdi çiğ köfteyi...’ sözleriyle gülüşülmüş fakat çok geçmeden internetten bir mekan bulmuştuk :) ama herkes uyku moduna geçtiğinden dolayı kimse gitme takatinde değilken, yanıma zorla aldığım arkadaşımla bir gece yürüyüşü yaparız bahanesiyle çiğ köftecide buluyoruz kendimizi. Türkiye ile fiyatı aynı ve tadı yakın olsa da Türkiye’dekinin yerini tutmaz asla. Ufak bir gece kaçamağından sonra ertesi gün gezilmeyen yerleri öğleye kadar gezip dümeni Ohri’ye kırma hayaliyle uykuya dalıyoruz. Sabah erkenden şehir parkı ve etrafını gündüz gözüyle gördükten sonra bir dostumuzun dostu olan Mirsad’ı bizleri Ohri’ye götürmek için yanı başımızda buluyoruz.
Yerel melodiler eşliğinde Ohrid'e doğru yola çıkarken Üsküp bizde ayrı bir yer edindi. Üsküp'e gelmek isteyenler dil konusunda asla sıkıntı yaşamayacaktır. On kişiden yedisi Türkçe biliyor ve Türkiye'den gelenlere ayrı bir muamele yapılıyor. Gördüğümüz kadarıyla sınırlar bizi bölse bile Üsküp hala Türkiye'nin Balkanlar'daki cephesi konumunda.
Yol boyunca sohbet koyulaşmış Mirsad’ın oğlunun sünnet düğününe bile davet edilmiştik. Hem buraları yazın da görmek fena olmazdı. Ama nasip, deyip geçtik. Yol boyunca sağımızda ve solumuzda ağaçlar hiç eksik olmadı. Çoğu zaman gelinlik giymiş sisli sisli naz etse de biz halimizden memnunduk. Hafızalarımıza kazınan görüntüler oluşuyordu. Bu arada arabanın arka koltuğunda Enes ve Ömer’in açlıktan uyuyakalması çoğu uyku-açlık hipotezini çürütür nitelikteydi. Bir haftalık serüven boyunca yemek hep ikinci planda olmuş, günlük bir öğün çok nadiren iki öğün yapmıştık. Ki zaten diğer duraklarımızdaki halkların domuz eti vb hassasiyetleri olmadığından olabildiğince her şeyden kaçınmış hatta suyu bile kuşkuyla içme durumuna gelmiştik. Nihayet Ohri’ye girmiş, güneşin ışığını kısmasına şahitlik edecek kadar buraları dolaşacaktık.
Uzun bir müddet gölü seyre daldıktan sonra ara sokaklardan kaleye doğru tarihi adımlıyorduk. Tarih içinde yürürken karşımıza el yapımı kağıt üreten ve baskı yapan bir atölye çıkıverdi. Üstelik bunun workshopu da ücretsiz. Fakat baskı yaptığınız ürünü almak isterseniz de fiyatlar 2-8€ arasında değişiyor. Yukarlara doğru çıktıkça manzara karışında hayrete düşüyor ve bu manzarayı kalede zirveye taşıyorduk. Uzun bir süre kale içindeki kalıntıları inceledikten sonra akarsu ile beslenen tertemiz bir gölün kenarında kurulmuş bir şehri izledik. İsmi hatırlanmayacak kadar önemsiz birkaç kilise ziyaret ettikten sonra gün batımı eşliğinde arabaya yürüyorduk.
Güneşin kızıllığıyla gölü ayna gibi kullandığı vakitler gelmişti. Ufukta mavi bir çizgi, hafif kırmızımsı. Yarı pişmişlik, yarı yanmışlık. Gökyüzündeki bulutlar asılı kalmış hareket etmiyor gibiydi. Güneş, ihtişamıyla kaçacak yer arıyor ara ara bulutların arkasına saklanıyor, daha güçlü ve farklı bir kızıllık ile çıkıyordu. Eskimiş dünyada yeni bir yüz ile dolaşmak bu olsa gerek. Hangi ressam bu tabloyu nakşedebilirdi ki. Biran düşündüm göz olmasa bu güzellikler nasıl görülebilirdi? Bu düşüncemin yanlış olduğu kanısına varmam uzun sürmedi. Peki ya ışık olmasa göz bir işe yarar mıydı sorusu canlandı zihnimde. Nice âmâ olanlar ‘ışık’larıyla görüyorlardı değil mi? Gölden gelen serinliğin ‘güneş’ ile ısınmış haliydi sanırım düşündüklerim.
Ohri’de yemek yemeyi tercih etmemiş, bir ihtimal Matka Kanyonuna yetişiriz ümidiyle yollara düşmüştük. Yetişememiş olmanın üzüntüsüyle gece ziyaret ettiğimiz kanyon, gece gözüyle bu denli güzellikler sunuyorsa gündüz gözüyle düşünemiyorum bile. Nihayet artık pestilimiz çıkmış kahvaltı bile yapmadığımız bedenimizi ödüllendirmek için Restorant Fontana’yı tercih ediyoruz. Tercihimiz geleneksel bir yemek olan ‘gulaş’tan yana. Gulaş, genellikle dana eti, soğan, kırmızı biber ve biberden yapılır. Yemeğin adı, Macarcada "sığır güden kişi, çoban" anlamına gelir. Gulaş içine pilav konulup yanına kaşarlı pizza şeklinde sıcacık ekmek ile servis ediliyor. Ekstra salata isterseniz de yunan salatası yemeğinize eşlik ediyor. Sanırım en pahalı yerde en pahalı yemekleri yememize rağmen çok komik rakamlar ödüyoruz. Yemekten sonra kentin en büyük alışveriş merkezlerinden birine bırakıyor bizi, Mirsad. Memlekete dönmeden hediye alırız diye gezindiğimiz merkezde birçok mağazaya uğrayıp klasik fiyat karşılaştırması yapamadan geçemiyoruz. Çoğu Türkiye markası ve ürünler kesinlikle daha pahalı. Spesifik ucuz şeyler olabilir fakat genel manada ürünler daha pahalı. Bizler de klasik hacı taktiği olan Türkiye’den ürün almaya yönelip bindiğimiz taksiyle kendimizi evimize atıyoruz. Sabahında Mirsad’ın havalimanı için gelip bizi almasıyla terminale doğru ilerliyor, işlemlerimizi tamamlamaya çalışıyorduk. Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Yol hallerimi yakından incelemek ve görmek için;
İnstagram: @Birhekiminyolgunlukleri
Twitter: @Bhyolgunlukleri
YouTube: Bir Hekimin Yol Günlükleri
Web: www.birhekiminyolgunlukleri.com
Söz&Kalem - Murat Çöklü