Bin Kocadan Arta Kalan Ekonomik Kalkınma

Hüseyin ÇAMTAY | Söz&Kalem Dergisi
Son zamanlarda toplumun tümünde mevcut olan ama özellikle Müslüman gençlerin gündemini de çokça işgal etmeye başlayan ekonomik meselelere çokça şahit oluyoruz. Artan sokak röportajları, isyanvari haykırışlar, genç-yaşlı çatışması ve tüm gençliğin gündemini kasıp kavuran ekonomik kalkınma… Öyle ki Müslüman bir gencin ağzından çok kısa bir süre önce, “tam liberal olmadığımızdan bu problemleri yaşıyoruz” cümlesiyle karşılaştık. Gerçekten öyle mi peki? Bu ekonomik buhrandan liberal-kapital sistemlere bel bağlayarak mı kurtulmalı, yoksa ekonomik refaha ulaşmak için komünal düzeni mi tercih etmeli? Gelin insanların dillerine sakız ettiği şu iki safsatayı hep birlikte inceleyelim.
Liberalizm ya da kardeşi kapitalizmin düşüncelerini anlamak için John Locke’ın teoride ortaya koyduğu bazı fikirleri incelersek, fakirlik ve zenginlik arasındaki uçurumun sebebini çok iyi anlayacağız. Zira ekonomi iki ayaklıdır. Bu ayaklardan biri üretmek, diğeri üretimden elde edilen gelirleri toplumla paylaşmaktır. Kapitaller bunun bir ayağını kullanırlar. Fabrikalar açar, koca şirketler kurar, üretmeye taparlar. Fakat sistemin diğer ayağı olan gelirin topluma yansımasına gelince sınıfta kalırlar. Çünkü Locke zenginden alıp fakire vermeyi despotluk olarak görür. Yine Locke “mal bireyindir” der. “İsteyen istediği fiyata malını satsın, pazara karışmayın” der. Birinin imkânı olur sürümden kazanır. Diğeri pahalı satmak zorunda kalır zarar eder. Haliyle Liberalizm kazanmaya ama sadece kazanmaya odaklıdır, refahı topluma yaymayı düşünmez, böyle bir şeyin teklif dahi edilmesini istemez!
Peki, rakipleri olan sosyalizm ne der? Onlar da malı devletin görür. Eşitliği adalet olarak anlar. Dolayısıyla zenginleşmeye ve özelleşmeye tehlike gözüyle bakar. İslam vasatlığı hayatın her alanı ile ilişkilidir. Bu vasatlık cami saf düzeninde olduğu gibi devletin ekonomi politiğinde de mevcuttur. İslam üretmeye önem verdiği gibi özel mülkiyete de önem veriri. İslam, temel prensibi olan vasatlık ve adalet ekonomik kalkınmanın da temel prensipleridir. Bu vasatlık ekonominin ilk ayağı olan ‘üretmek’ kavramına; Ensar’dan birinin bir muhacire, “gel tarlamda çalış, ne kazandıysak yarı yarıya” demesi üzerine Peygamber (s.a.v) müdahale edip, kendisinin tarla sahibi, yanındakinin da çalışan olduğunu ifade ederek, bu farkın kazançlara yansıması gerektiğini belirtip böylelikle üretime iştiyakın artmasını istemesiyle yansımıştır. Yine bu vasatlık ‘dağıtmak’ kavramına da en somut örnek olan zekâtla yansımıştır ki zekât ile gelirin adil bir şekilde topluma yansıması sağlanmıştır. Çünkü İslam ne kapitalizm gibi mal bireyin demiştir ne de sosyalizm gibi mal devletin demiştir. Mal-mülk ne varsa sonsuz kudret sahibi, Rezzak olan Allah’ındır. Bu doğrultuda zekât istenirken mallardaki fakirlerin hakkı istenir. İslam devleti bu adalete o kadar önem vermiştir ki tarihe fakirlerin hakkı için savaşan ilk devlet olarak geçmiştir.
Bu kavramlarla ve vasatlıkla çok yüzeysel bir şekilde tanıştıktan sonra gelelim her on yılda bir patlayarak zenginlerin mallarını katladığı bin kocadan arta kalan ekonomik kalkınmaya karşılık elde etmemiz gereken bakış açısına.
Müslümanların Rüstem’in altın kaplı sarayında mızrağının ucuyla ipek halıları delerek çamurlu terlikleriyle yürüyen Rib’i bin Amir’ı hatırlaması, içinde bulunduğumuz çağda elzemdir. Dünyaya olan derin sevgimiz bizleri gündemimizden, Kudüs’ü ve ümmetin ittihadına olan endişemizi düşünmekten alıkoymuş, tıpkı haçlıların Urfa-Kudüs arası oluşturdukları koridora karşılık ekmek derdinde olan Müslümanlar gibi bizleri aciz bırakmıştır.
Evet, ekonomik çözümler ve kötü giden ekonomiden kurtuluş yolları konuşulmalı hatta tartışılmalı ancak tüm bunlar yapılırken İslam’ın vasatlık ve adalet temele içerisinde bunları konuşmamız gerekir. Sadece kendimizi değil içerisinde bulunduğumuz toplumu hatta insanlığın tümünü İslam’ın adalet sistemiyle nasıl kurtaracağımızı konuşmalıyız. Bu toplumu içinde bulunduğu maddi ve manevi her türlü buhrandan biz kurtaracağız. Hak ile batıl yine dürüst tüccarlarımızla ayrışacak. Dünya sevgisinden yüz çevirip dünyaya önder olmak, iki kanatlı bir kuş olup kemale göz dikmek gibidir. Bu kâmil seviye dünyanın en zenginlerinden olduktan sonra Abdurrahman bin Avf gibi cihada gönderilirken “Benim dükkân vardı ama” demeden kepenk indirme seviyesidir. Elbette Müslüman en iyi ekonomik kalkınma planlarını tasarlar, en iyi ürünü üretir ve hizmete sunar. Fakat mülkün asıl sahibi olan Allah’ı hatırlar, günlerin insanlar arasında nasıl döndürüldüğünü bilir ve dolayısıyla nefsini zenginliğine hissedar etmez.
En son ne zaman bir esnafa güvendik. En son ne zaman bir müşterimize güven verdik. En son ne zaman kiminin parası kiminin duası dedik. Bereketli saatlerde uyuduk, komşumuzla rekabete girdik. Bin kocadan arta kalan şu ekonomik bataklıkta balık tutmaya çalıştık. Her on yılda bir çıkan mutat kapitalist kriz yangınına körükle koştuk. Gelin şu kuraklıktaki payımızı inkâr etmeyelim. Tüm bunların bilincinde ekonomiyi dünya sevgimiz için değil, umumun maslahatı için dert edinelim. Bu düşünceyle toplumun maddi ve manevi buhranına çözüm üretelim ve Üstad Bediuzzaman’ın samimiyetiyle “Cemaatin imanı kurtulacaksa cehenneme razıyım” diyelim.
“Biz dahi, Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.” (Birinci Söz- Risale-i Nur)
Bu doğrultuda Bismillah diyelim. Allah namına verelim ve alalım. Allah namına vermeyenlerin ekonomik kalkınmalarını almayalım. Mızrağımızın ucuyla tüm beşeri kalkınmaları parçalayalım.
Başımı kaldırsam bir, şu gâvur dünyadan
Şu çok yapışkan, çok sırnaşık ve sürtük
Ey bin kocadan arta kalan ekonomik kalkınma
Ey sehersiz, kuşluksuz, şafaksız uyanmalarım
Ruhü’l-kudüs dudaklarımızı okuyor uzaktan
(Elyasa Koytak)
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...