Söz&Kalem Dergisi - Vedat Dal
Hem bitişi hem de başlangıcı bir arada tutan yegâne hakikat…
Gidenin hesaba yaklaşması,
Kalanın ise hasrete kapılması.
Ölüm…
Bitti derken sonsuz bir başlangıca kapı aralamak…
Kimisi için firak habercisi,
Kimisi için vuslat nişanesi…
Akşamın bu saatlerinde pek de sevmem işe gelmeyi. Gerçi diğer saatlerinde de durum çokta farklı değil. Ancak görevim icabı gelmek zorundayım. Görevli diğer arkadaş da izinli olduğu için tüm sorumluluk bana kaldı.
Her gün ölümle bu denli yakın olmak, hemhal olmak... Yoruldum açıkçası ama bu da geçim kapısı olduğundan sabrediyorum.
Hastanenin önüne geldim. Her gün geldiğim ama her seferinde kendimi yabancı hissettiğim bir ortamdayım. Çalışan diğer arkadaşlar hemen alışmış ama ben bir türlü alışamadım. Her gelişimde soğukluk hissediyorum. Ölüm mü soğuk yoksa morg mu soğuk bilemiyorum ama 8 yıl geçmesine rağmen bu koridora her gelişimde yüreğimi tarifsiz bir ürperti kaplıyor. Üşüyorum… Bir de buna ölen kişiye yakılan feryatlar eklenince daha da daralıyorum.
Hayret! Gasilhaneye yaklaşmış olmama rağmen hiç ağlama ve feryat sesi duymadım. Normalde şu an kadınların çığlıkları duyulmalıydı. Ölünün yakınları henüz gelmemiştir diye düşündüm. Yürüdükçe görmüş olduğum kalabalıktan ses çıkmamış olması, hayretimi daha da artırdı.
Kalbimdeki korku ve heyecanla ilerlerken, duyduğum sesler yerini huzura bıraktı. 10-12 yaşlarındaki çocukların bu denli güzel Kur’an okuması, alışagelmiş bir durum değil. Evet, daha önce de burada yakınları için Kur’an okuyanlar veya okutanlar olurdu ancak bu yaştaki çocuklara denk gelmemiştim. Ölenin torunlarıdır diye düşünüyorum.
Gasilhanenin kapısına geldiğimde, aldığım koku daha önceki kokulardan çok daha farklıydı. Genellikle burnumu sızlatan ağır kokular olurdu fakat bu koku gül kokusunu andırıyordu.
Kapıda duran 60’lı yaşlardaki bir amcanın sesiyle kafamdaki karışıklıklar duruldu:
- Cenazeyi siz mi yıkayacaksınız?
- Evet amca ben yıkayacağım.
- “Kardeşim müsaaden varsa sana yardımcı olmak istiyorum” deyince içime sur serpildi. Çünkü tek başıma ölüyü yıkamak ve kefenlemek çok zahmetli olacaktı.
Geldiğimde fark ettiğim o güzel koku, giderek daha da yakından gelmeye başladı. Kokunun amcaya ait olduğunu düşündüm ancak ona yaklaşınca kokunun ondan gelmediğini fark ettim.
İçeri girince kokuyu daha çok hissetmeye başladım. Artık emindim ki, koku vefat eden kişiden geliyordu. Teneşirin üzerinde uzanan ölünün yüzündeki örtüyü kaldırıp, altında yatan genci görünce içim burkuldu. Çok güzel, temiz ve masum bir siması vardı. Yüzüne dokundum, hissettiğim sıcaklık, sanki seslensem uyanacak gibi canlı duruyordu.
Yüzündeki tebessüm dikkatimi çekti. Ölüme gülümsemiş gibi… Ölüme güler mi insan bilmiyorum ama bu genç gülmüştü.
Gözlerim doldu istemsizce çünkü ilk defa böyle bir olayı yaşıyordum.
- Yanımdaki amcanın “Yusuf yüzlü, güzel ahlaklı Hamza’m” deyişiyle irkildim. Gözyaşları içinde alnını öptü gencin.
- Oğlunuz mu?
- “Yok ama oğlum olsaydı ancak bu kadar acı çekerdim” dedi ve gözyaşları içinde sözlerine devam etti.
- Hamza’m, gencecik yiğidim. Sonunda çok sevdiğin Rabbine kavuştun. Sana vuslat, bize ise kederli bir acı kaldı. Hamza’m! Kalk bak yetiştirdiğin Kur’an bülbüllerin hepsi burada senin için dua edip, Kur’an okuyor.
Amcanın sözleri içimi acıtıyordu. Daha önce çok ağıda şahit oldum lakin bu seferki her şeyiyle bir başkaydı.
Amca hem konuşup hem de ağlaya ağlaya bana yardım ediyordu. Kişi öldüğünde vücudu normalinden daha ağırlaştığından, ölü yıkarken çok zorlanıyordum ancak bu sefer hiç yorulmadım. Öyle hafifti ki ve öyle zahmetsiz oldu ki nasıl bittiğini anlamadım. Özellikle de beni mest eden bu kokusu, yıkarken zahmet değil tam tersine beni hoşnut ediyordu.
- Amca siz de kokuyu alıyor musunuz?
- Hiç almaz olur muyum? Gül kokuyor Hamza’m. Ahhh Hamza’m! gencecik fidanım, şahidim ki sen şehit gibi yaşadın inşallah şehitlik mertebesinde haşr olursun.
Kefenleme işi bitmiş, cenaze arabasını bekliyorduk. Artık anlamıştım ki bu genç normal bir genç değildi. Merakımı gidermek için amcaya sordum.
- Amca kim bu genç? Çok ölü yıkadım ama bu genç farklı bir his uyandırdı. Bu olanlara anlam veremiyorum.
- Hamza, burada üniversitede okuyan bir kardeşimizdi. Bu sene bitirip hayırlısı ile imam olacaktı. Ancak daha okulu bitirmeden imamlık görevini gönüllü yapıyordu. Dışarda gördüğün çocukların hepsini Hamza yetiştirdi. Hem okulunu okuyor hem de akşam ve yatsı namazı aralarında görev yaptığım camiye gelip çocuklara ders veriyordu. Sadece Kur’an dersi değil aynı zamanda İslami bilgiler içeren dersler de veriyordu. Hamza isminin hakkını veriyordu. Güzel ahlaklı, yiğit ve mertti. Mahallemiz, onun sayesinde güzelleşti. Çocuklarımız, onun vesilesiyle İslami bir şuur kazandı. Hamza, benim yıllarca yapamadığımı mücadele ve samimiyetiyle kısa süre içerisinde yaptı. Allah’ın davası O’nun en hassas meselesiydi. Bunu ölümüyle de kanıtladı ve bu uğurda ruhunu Rahmana teslim etti.
Anlatılanları dinleyince içim daha da burkuldu. Amcanın, ‘bu uğurda ruhunu Rahmana teslim etti’ söylemi dikkatimi çekti.
- Amca! ‘bu uğurda ruhunu Rahmana teslim etti’ demekle neyi kastettiniz?
- Ahhh evladım ahh! Hamza şimdiye kadar bir kez olsun çocukların dersini aksatmadı. Sınav zamanlarında “sen gelme ben çocukların derslerini hallederim, sen sınavlarına bak” dememe rağmen O, bana “Hocam, Allah’ın davasında tembellik olmaz. Hem gelip burada bir-iki saat ders verişim benim okuluma engel olmuyor. Bu vakitler benim 24 saatlik günümün zekâtı olsun” derdi. Yaşı gençti ama kendinden yaşça büyüklere İslami şuur verdi. Kaldığı öğrenci evi camiye uzak olmasına rağmen, camiyi ve namaz vakitlerini hiç aksatmazdı. Camiye geç kalacağını fark ettiği zamanlarda ise arkadaşından motosikletini alıp, camiye gelir namazlara yetişirdi. Bugün de aynısını yapmış. Ama bu sefer camiye ve çocuklara değil, Rabbine kavuştu.
- “Hamza kaza mı geçirmiş?” dedim şaşkınlıkla. Çünkü vücudunda kazaya dair hiçbir belirti olmadığı gibi hatta yüzünde tek bir çizik dahi yoktu.
- Evet evladım. Rabbimiz onu en güzel şekilde yanına aldı. Hamza, camiye geldiği sırada kırmızı ışıkta beklerken, arkasından gelen araba onu fark etmeyerek sert bir şekilde çarpmış. Hamza tedbirliydi, başında kask vardı ama kafası kaldırıma sert çarptığı için orada beyin kanaması geçirmiş. İşin en acı veren yanı ise bilinci daha gitmeden “Benim bir şeyim yok, camiye yetişmem lazım çocuklar ders için beni bekler” diyerek ayağa kalkmaya çalışmış. Çevredekiler buna izin vermemiş. Ondan sonra orada baygın düşmüş ve bir daha da uyanamadı. Son nefesinde “ camii, çocuklar… “demiş.
Amca bunları ağlaya ağlaya anlattı. Gözümdeki yaşlara engel olamadım. Böyle güzel insanların gidişi, biz kalanlar için bir kaybediştir. Kendimden, kendim gibi nice insandan utandım.
- Amca, cenazeyi hangi mezarlığa götüreceksiniz? Ben de gelmek istiyorum.
- Hamza’nın cenazesini memleketi Adana’da bulunan ailesinin yanına götüreceğiz. Orada ona karşı son görevimizi yapacağız. Vefa sayılır mı bilmiyorum ama ben onun bıraktığı yerden öğrencilerine sahip çıkacağım. Hamza gitti, Rabbine kavuştu ama inanıyorum ki geriye kalan öğrencilerinin hepsi onun gibi cami aşığı olacaktır.
Hamza’yı hiç tanımıyorum ama buna ben de inanıyorum.
Mücahit bir gençti ve mübarek bir dava yolunda gitti.
Farklıydı…
Evet, kesinlikle bu ölüm diğer ölümlerden,
Bu veda, diğer vedalardan çok farklıydı.
Camiye hiç uğramayan nice kişilerin cenazelerini yıkadım, bir de cami yolunda can veren Hamza’nın...
Bir değiller,
Bir olmamalılar,
Bir olamayacaklar…