Söz&Kalem Dergisi - Ahmet Karaduman
Hamd, yüceliği takva da kılan Allah’a, salat ve selam tüm çirkinlikleri ayaklarının altına Hz. Peygamber’e olsun.
İnsanoğlu külli iradenin bir tecellisi olarak var olmuştur. Külli irade sahibinin izni ile mükellef olma sıfatına sahip olması için de cüzi iradeye sahip bir varlıktır.
İnsanoğlu bu dünya hayatına ayak basmasıyla beraber bazı şeyleri sonradan edinir, bazılarını da ise ezelden külli iradenin ilim sıfatının bir tecellisi olarak sahip olur. Yani insanın bazı özellikleri kendi iradesinin bir sonucu değil, onu var edenin kudret ve ilim sıfatının bir tecellisi olarak var olur.
İnsanoğlu bu yönüyle aslında birilerinin ifade ettiği gibi kendisinin efendisi değildir. İnsan bir yönüyle kendisinin efendisi fakat bazı yönleriyle de külli iradenin dairesindedir. İnsan mükellef olduğu ve hesaba çekileceği kısımda insanın cüzi iradesinin dairesinde olan kısımdır.
Kişinin bu dünyada aslında övüneceği bir özelliği varsa o da insanın cüzi iradesinin sonucu olarak kazandığı özelliklerdir. Her ne kadar bu özellikler yine külli iradenin izni ve rızası dâhilinde gerçekleşmiş olsa da. Kişinin kendi gayreti sonucu kazandıkları da aslında övünmesi uygun görülmez çünkü o da aslında külli iradenin izni ve rızası dâhilindedir.
Irkçılık tam da insanın seçimi noktasında hiçbir irade ve gayretinin bulunmadığı bir konu da kişinin kendini özel ve ayrıcalıklı görmesidir. Beni İsrail’in kendilerini “Allah’ın sevgili kulları” olarak isimlendirmesi ırkçılığın ilk örneklerindendir.
Irkçılık, haksız bir hak iddiasıdır. Mirasla zengin olanın, gayretiyle kazanmış gibi davranması ne kadar doğru ve etik olabilir ki?
Bundan ötürü Allah’u Teâla yüceliği ve değerli oluşu, kişinin gayret ve çabası sonucu kazanabileceği “Takva”’ya bağlamıştır. Takva, nefsî emareye karşı koymaktır.
Irkçılık bu yönüyle reddedilmiştir.
Irkçılık sadece kendini ırkını üstün görmek değil, kendini diğer insanlardan ayrı görmektir. Irkçılık, haksız olsa bile kendine yakın olanı savunmaktır. Irkçılık Allah’ın yaratılışımızda ki farklılıkları, onun muradının aksine hareket etmektir.
Allah’u Teala ayeti kerime insanın dil ve toplumsal farklılıklarını insanlar arasında bir ünsiyet ve tanışma vesilesi kılmıştır.[1] Allah’ın bu işte ki muradına aksi hareket etmek haramdır.
Irkçılık İslam’da o kadar kötü görülmüş ve zem edilmiş ki, bu halle ölümü, nifak üzere ölmeye benzetilmiştir.
Cündeb b. Abdullah el-BecelI'den nakledildiğine göre, Resülullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kim ırkçılık propagandası yaparak veya kabileciliğe/ırkçılığa destek vererek yoldan çıkmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse, onun ölümü cahiliye ehlinin ölümü gibidir."[2]
Cübeyr b. Mut'im'den nakledildiğine göre, Resülullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir. "[3]
İbn Ömer' den nakledildiğine göre, Resülullah (sav), Mekke'nin fethi günü insanlara bir hutbe vererek şöyle buyurmuştur:
"Ey İnsanlar! Allah sizden cahiliye gururunu ve atalarla övünme adetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Adem'in çocuklarıdır. Ve Allah Adem'i topraktan yaratmıştır..."[4]
Irkçılık özünü unutmanın getirdiği bir hastalık ve cahiliye kalıntısıdır. Resullah, Hz. Bilal’e “siyahın oğlu” diyerek küçümseyen sahabeye hitaben “sende halen cahiliye kalıntısı vardır” demiştir.
Peygamberimiz (sav) ise yaşadığı dönemde oldukça yaygın olan kabile asaleti ile övünme ve başkalarının neseplerine hakaret etme âdetinin câhiliyeden kalma bir anlayış olduğunu bildiriyordu. Irkçılık (asabiyet) duygularıyla hareket ederek İslâm cemaatinden ayrılan, asabiyet duygusuyla öfkelenen, bu uğurda savaşan, insanları böyle bir davaya çağıran ve bu davayı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu ölümünün, “câhiliye ölümü” olduğunu haber veren Peygamberimiz (sav), “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir.”[5] buyurarak kabilecilik yapmamaları hususunda Müslümanları kesin bir dille uyarmıştır.
Benî Mustalık Gazvesi esnasında biri ensardan biri muhacirlerden iki genç kavga etmiş, sonrasında her iki taraf, “Yetişin ey muhacirler!” ve “Yetişin ey ensar!” şeklinde bağırmaya başlamışlardı. Allah Resûlü, olayı duyduğunda, “Bu câhiliye çağrıları da nedir?” diyerek bu ayrılıkçı hareketlere tepki göstermişti. Sonrasında da onlara kayıtsız şartsız kabileye itaati, onu savunmayı ve kabile taassubunu değil de İslâm kardeşliğini tavsiye eden şu sözleri söylemişti: “Kişi zalim de olsa, mazlum da olsa din kardeşine yardım etsin. Eğer kardeşi zalimse, onu engellesin. Çünkü zalimi yaptığı işten döndürmek ona yapılacak bir yardımdır. Eğer mazlum ise ona yardım etsin!” [6]
Ve her şeyin sonunda insanlar Allah’ın huzuruna geldiklerinde herkes kendi ameliyle baş başa kalacak, soy sopun hiçbir önemi olmayacaktır. “Sûr’a üfürüldüğü zaman (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.”[7] âyeti bu hakikati gözler önüne sermektedir.
Mümin bundan ötürü yaygınlaşan ve bazen Müslümanlarında girmiş olduğu bu cahiliye kalıntısından kurtulmalı ve her şeyi ona göre değerlendirmeli.
Bu konuda her şeyin başı ve sonu şu olmalı:
Ancak müminler kardeştir.