Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Varol
Küçük serçe, konduğu ağacın dalından etrafı süzüyor, arada bir çıkardığı tatlı sesiyle kendisinden epey uzaklaşmış olan arkadaşlarına kendi varlığını hatırlatıyordu. Yeni gelmişti buralara. Aslında göç etmeyi bilmiyordu bu serçeler. İnsanların etrafında dolanır dururlar. Fakat bu aralar sayıları epey azalmıştı. İlk geldiğinde şaşırmıştı buna. Birçoğu gitmişti. Göç değil de kaçıyorlardı demek daha uygun geliyordu kendisine. Zaten ne eskisi gibiydi ki? Havalar bile açık değil eskisi gibi. Gündüz mü gece mi belli değil, kış mı bahar mı bilinmez. Bugün de mevsim kendisi gibi değildi. Sanırım bir müddettir bu durum devam ediyordu. Bu gidişle alışması gerekecekti bu duruma. Şikâyeti pek yoktu aslında. Beterin beteri var ya. Zaten aşağıdan gelen haberler hiç de iç açıcı değildi.
Aşağıdaki hareketlilik dikkatini çekmişti. Gidip sormayı aklından geçirdi. Duraksadı. Ne zaman aşağı inse şikâyet ediyordu karıncalar. Tozu dumana kattığını düşünmüyordu ama karıncalar için minik bir toz uçuşması bile fırtına anlamına geliyordu. Yere en yakın dala kondu. Gözlerini kısıp süzmeye başladı karıncaları. Sanki her biri acele ile çantalarını alıp son otobüse yetişmeye çalışan insanlar gibi idi. Durdurup konuşturmaya çalıştı ama kimsenin onu duyduğu yoktu. Gerçi duysalar bile umursamazlardı, bu telaşa bakılırsa. Eskiden olsa veya başka bir diyarda olsa şaşırırdı bu duruma. Çünkü geldiği günden bu yana ilginç haberler duyuyordu. Gördükleri ise uzaktan anlaşılmıyordu. Yaklaşmamasını salık vermişti buranın eski sakinleri. Ama merak duygusu ağır basmaya başlamıştı. Öğrenmeliydi her şeyi.
Nereden geldiğini tahmin edemediği bir serçe yakınında bulunan dala kondu. Nefes nefese kalmıştı, bakışları donuktu. Seslendi, duymadı. Yanına doğru süzüldü. Bilerek çıkardığı kanat sesleri gelişini haber vermeye yetmemişti.
Merhaba kardeşim! Ne oldu, nasılsın?
Kuş biraz bekledikten sonra sanki yeni duymuş gibi derinden gelen bir sesle cevap verdi;
- Ha evet merhaba! Duymadım seni.
Neler oluyor haberin var mı? Bu telaş, bu sessizlik neden? Karıncalar az önce geçti buradan, kaçar gibiydiler.
- Sorma! Bize de yol göründü artık. Gökyüzünden korkunç şeyler yağıyor. Buralara da ulaşması an meselesi.
Bunu dedikten sonra uçuverdi. Gitmişti. Serçe yine meraklanmıştı. Bunu anlamanın tek yolu vardı: Gidip görmek.
Havalanmıştı. Korkuyordu. Yere çok fazla yakın gidemezdi. Tedbirli olmalıydı.
Havada süzüle süzüle giderken sıra halinde dizilmiş insanlar gördü. Bu manzarayı tanıyordu. Yine biri ölmüş olmalıydı. Öleni merak etmişti. Aslında çok umursamıyordu ama durum farklıydı bu sefer. Bu telaş, bu kaçış ve bu sessizlik neden? Cevabı bu manzarada mı gizliydi?
Galiba yaşlı bir kadındı bu. Beyaz kefeni kırmızıya boyanmıştı. Sanırım yaraları çoktu. Geriden gelen insanların sayısı artmıştı. Kafile halinde geliyorlardı. Her birinin ortasında veya önünde beyaz kefen giymiş ölüler vardı. Daha yükseğe uçmak zorunda kaldı. Çünkü bu şekilde tamamını göremiyordu. Üstlerinden bakınca saymaya kalksa sayamayacağı kadar çok cenaze gördü. Hepsini nasıl gömeceklerini merak ediyordu.
Bir şey dikkatini çekmişti. Hepsi beyaz kefenli değildi. Kimi kendi kıyafetleriyle omuzlarda taşınıyordu. Kıyafetlerinin çeşitliliğine rağmen hepsi de kırmızı lekeler taşıyordu. Kimi de bir parça bez ile taşınıyordu. Sanki yavru bir serçeyi taşıyormuş gibi küçük, narin…
Yaklaştı yere. Gömülenlere baktı. Bazıları sadece bir el, bir koldan ibaretti. Bu ince, küçük ve narin hallerine bakılırsa bir çocuğa veya bir bebeğe ait olmalıydı. Çok öfkelendi. Yavrulara dokunan bu canavar da kimdi? Hangi canavar onları bu hale sokmuştu? Hiç duymamıştı böyle bir şeyi! Hiç görmemişti! İnsanlardan uzak durmayı öğrenmişti ama bunlar da insandı. İnsanı bu hale getiren, serçelere yani kendilerine neler yapmazdı! Gitmeliydi buralardan. Fakat gitmeden önce biraz daha bakmak istiyordu. Anlamak ve görmek istiyordu. Soranlara anlatacağı bir şeyleri olmalıydı. Süzüldü yine.
Merakı artmıştı yine. Hem bu yaşlılar ne yapmıştı ki? Bu manzarayı izleyemezdi daha fazla. Küçük serçe yüreği hızlı çarpmaya başlamıştı. Küçük yüreği sanki boğazında düğümlenmişti. Artık diğer insanlardan ürkmüyordu. Onlar da başka âlemlere dalmış gibiydiler. Hüzünlü ve ağlamaklı idiler. Sesler işitiyordu… Ama hep aynı dilden ve aynı cümlelerle...
Gidip bir cenazenin üstüne kondu. Konduğu beden yumuşacıktı. Bastığı yerler hemen beyaz örtüyü al rengine bürüyordu. İzi çıkmıştı adımlarının. Minik adımları o minik beden üzerinde gidip geliyordu. Yüzünü çok merak ediyordu çocuğun. Belki bebekti de bilmiyordu. Başka birine kondu. Oradan başka bir bedene. Yorulmuştu. Bu minik bedenler bitmiyordu. Hepsi kanlıydı. Yaşlı bir insanın avucuna sığındı. Isınmalıydı. Üşüyordu. Korkuyordu. Sığındığı el onu ısıtıyordu. Başını parmaklarına yaslıyordu. Başının okşanmasına duygusal bir jestle karşılık verdi. Gözlerini kıstı, kapattı. Dökülen gözyaşları gözlerinden mi yoksa yüreğinden mi düşmüştü bilmiyordu. Meyveli ve bol yapraklı ağaçlar gözünün önünden silinmiş, sanki çorak bir daldan başka bir şey kalmamıştı zihninde. İyi şeyler düşünmeliydi. Ama olmuyordu. Gitmeliydi buralardan. Yüreği dayanamıyordu artık. Konduğu eli başıyla okşadı. Kızıla boyanmış el tepki veremiyordu, ıslaktı. Kırmızıydı.
Havalandı. Uzaklaştı. Şehrin iç taraflarına doğru uçtu. Şaşkına döndü. Bu koca evleri, dev apartmanları bir toz yığınına dönüştüren canavar nasıl bir şeydi? Bir zamanlar bacalarından duman çıkan, bahçelerinde cıvıl cıvıl çocuklar olan evler şimdi sönmüş bir ateşten geriye kalan kül gibiydiler. Kendisine ekmek parçacıkları uzatan eller sanırım az önce geçenlerin kollarında taşınıyordu. Konmak için ağaç bile kalmamıştı bu şehirde. Eskiden hep duyduğu sözler aklına geldi. Kendisine o sözler masal gibi geliyordu o zamanlar. Sönmüş ocakların üstünden geçmemek gerekir, demişlerdi. Şimdi nereden geçse sönmüş bir ocağın, yıkılmış bir yuvanın üstünden geçmek zorunda kalıyordu. Bir dal kalmamıştı koca şehirde konacağı. Kendisinin de yıkılmıştı yuvası. Nereye konsa yıkılmışlık vardı. Çöküyordu her yer. Yana yatmış, boylu boyunca uzanan minareler sessizdi artık. Ufka baktı. Süzüldü. Düşünüyordu.
Vücudundaki kızıl lekeleri bir anı olarak taşıyacaktı artık. Hiç yağmur yağmasın istiyordu şimdi. Yağarsa silinirdi bu kan kırmızısı desenler. Silindiğinde unutacaktı belki de bu manzarayı. Hiç unutmamalıydı bunu. Belki istese de unutamayacaktı artık bu manzarayı. Gökten gelen canavarlar öldürüyordu, annesinin biriciği ve babasının sevinci olan çocukları, mini minnacık bebekleri, bakışlarıyla ısıtan yaşlıları, şefkatle koşturan kadınları, hayalleri olan gençleri… Uçup semaya süzülüyordu ama sema bir farklı geliyordu ona artık. Özgürlüğü tattıran bu gökyüzü ölüm yağdırıyordu artık. Uçmak artık neşe vermiyordu, vermeyecekti. Ben serçeyim. Serçeydim. Şimdi sadece hüzünlüyüm…