Devrin İstibdadına Kur'an-i Metotla Mukavemet: Süleyman Hilmi Tunahan

Söz&Kalem Dergisi | Yusuf Yetiş
İnsan Allah’ın nimetlerine, O’na inanmaya, O’nu sevmeye, O’nunla rabıta kurmaya, O’nun tabiri caizse kelamını duymaya ve onun tayin ettiği tarike muhtaçtır! Bu yüzden Allah (cc) ilk insanı ilk peygamber kılmış, O’na ilk hitabını yapmış ve de ilk kitabı vermiştir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar da mütemadiyen peygamberler göndermiş ve gerek sahifeler gerekse de kitaplar indirmiştir. Son olarak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e indirdiği Kur’an ile kıyamete kadar kâinatı aydınlatmıştır. Dolayısıyla bu envarla aydınlanmak, onun ihata ettiği bir yaşam formunu benimsemek ve Allah'ın hub-buğz dikotomisinde önerdiği yol üzerine tercih yapmak insanoğlunun ya da aklı başında mustakim er kişinin evvel vazifesidir. Bu vazifeyi yüklenmiş Allah'ın muvazzaf kıldığı kullardan biriyim diyenin de bu minvalde ilk yapması gereken, O’nun dünyevi ve uhrevi yaşam kılavuzuna uymak dolayısıyla Kur'an azîmuşşanın sayesi altında, mana dehlizlerinde var olmaya çalışmaktır. Anlam katmanlarından birinde yer edindikten sonra da onu yaymak ve insanlığın ihyası için gayrette bulunmaktır. Bu bir vazgeçiştir. Kur'an'ın hadimi olmak ve "İnsan Allah'ın halifesidir" ilkesini özümsemektir.
Tarih boyunca Allah'ın kelamına hadim olanlar var olmuştur ve var olmaya da devam edecektir. İnsanlığa karşı sorumluluk alarak rabbinin rızasına nail olmak isteyen zatlar, çorak dünyanın vahası mesabesindedir. İnsanlığın ümitsizlik direncini, umut tomurcuklarıyla bezeyenlerdir. Yaşadığımız coğrafya göz önüne alındığında Kur'an'a adanmışlar üzerine fikir teatisinde bulunulsa ilk sıralarda şüphesiz, yaşadığı devrin istibdadına Kur'an'i metotla mukavemet eden Süleyman Hilmi Tunahan gelecektir.
Süleyman Hilmi Tunahan'ın bu toprakların evlatlarına Kur’an-ı Kerim'i ve Kur’an-ı Kerim’den neşet eden ilimleri öğrettiği yıllar çok zor yıllardı. Şu anın aksine Süleyman Efendi döneminde Kur’an-ı Kerim tedrisatı için izinler, derse müsait camiler, Kur’an kursları, imam hatip okulları, vakıflar, dernekler yoktu. Fakat azmi ve gayretiyle Süleyman Efendi şu devrin gülistanlığına ilk fideleri ekerek can suyu vermiş ve öncü Osmanlı ulemasından olmuştu.
Devir öyle bir devirdi ki cezaevini boylamak için artık Kur'an-ı Kerim mürşidi olmak kâfiydi. Kur’an’ın raflarda bile saklanamadığı (suç aleti olarak görüldüğü) ezanın dört duvar arası bir hücrede bile orijinal haliyle okunamadığı, iman-Kur’an demenin suç sayıldığı, cenaze yıkayacak imam bulunmadığından cenazelerin koktuğu, Kur’an’ı gizli gizli okuyanların bile jandarmalarda, karakollarda hesaba çekildiği döneme elinde Kur'an'la “dur” diyen kahramandı O.
İstikamet, ilim, muhabbet, tefekkür payeleriyle hemhal olmuş mezkur zat, asla derdinden ve kendinden taviz vermemiş, İslami duruşunu, zul ve tahakküm altında bozmamış mütemadiyen serdengeçti bir seciye ve hal ile çalışmıştır. “Peygamber efendimiz bugün hayatta değil ama O’na gönderilen kitabımız Kur’an-ı Kerim, O’nun sünneti/hadisleri var ve hep var olacak” prensibiyle Kur'an’i tahkikatlar yapan Süleyman Efendi tıpkı Ali Haydar Efendi, Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Nasuhi Bilmen ve Hasan Basri Çantay gibi pek çok zevâtla beraber devrin adanmışları olmuştur. "Zâhirimiz (dışımız) halk ile bâtınımız (içimiz) Hak ile” kelamıyla bir yordam benimseyen Süleyman Hilmi Tunahan, münferit çalışmalarıyla değil kolektif ve ümmetçi bir şuurla da İslam için yapılmaya niyet edilmiş işlere hasbi olarak yardım etmiştir.
Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri, günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Silistre’nin Hezargrad (Razgrad) kasabasının Ferhatlar köyünde 1888 yılında doğdu. 1902’de Silistre Rüşdiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Satırlı Medresesi’nde Arapça derslerini tamamladı. 1907’de İstanbul’a gidip Fatih’te Hâfız Ahmed Paşa Medresesi’nde dersiâm Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasına katıldı ve 1913’te icâzet aldı. 1914’te açılan Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliyye Medresesi’nin dört yıllık âlî kısmına önceki eğitiminden dolayı üçüncü sınıftan başlayarak 1916’da mezun oldu. Aynı yılın 30 Eylülünde Medresetü’l-Mütehassısîn’in tefsir-hadis bölümüne girdi ve 27 Mayıs 1919’da burayı birinci dereceyle bitirdi. 19 Kasım 1918’de imtihanla kendisine İstanbul müderrisliği ruûsu verildi, aynı yıl dersiâm sıfatıyla 400 kuruş maaş tahsis edildi. Süleyman Hilmi, vaizlik belgesi için Diyanet İşleri Reisliği’ne yazdığı 14 Nisan 1948 tarihli dilekçesinde Medresetü’l-Kudât’tan mezun olduğunu belirtmiştir. 1921 tarihli özgeçmiş bilgilerinde bundan söz etmediğine göre burayı Medresetü’l-Mütehassısîn’den sonra tamamlamış olmalıdır. Medresetü’l-Kudât’a giriş imtihanını da birincilikle kazandı. Bunu bildirmek için babasına yazdığı mektuba babasının verdiği cevapta kendisine, “Üç kadıdan ikisi cehennemde, biri cennettedir” hadisini hatırlatarak kadılık yapmasını onaylamadığını söylemiş, Süleyman Hilmi’de cevabında niyetinin hâkimlik yapmak değil devrin bütün ilimlerini tahsil edip İslam'ı daha çok yaşayıp yaşatmak olduğunu ifade etmiştir. Kaldı ki sarf ettiği sözler havada kalmadı hem bizatihi kendisi hem de katkılarıyla Allah'a olan kulluk borcunu yerine getirmek için gayret gösterdi. İki ayrı önermeyi örneklerle izah ederek Allah yoluna adanmışların yaşamlarından ilham almak, asrın kasvetine maruz kalmış bizler için motivasyon olacaktır. İlki kendi gayretleriyle İslam müdafisi ve münteşiri üzerine. İbrahim Baştürk isimli Bayburtlu amcanın dilinde Süleyman Efendi hakkında şunlar dökülüyor:
“Sene 1945-46 ben askerdim. İnönü imzasıyla alaya bir emir gelir. Gelen emirde şunlar yazıyordu: ‘Süleyman Hilmi Tunahan ismindeki bir zât kiralamış olduğu tren vagonlarında dinî tedrisat yapmaktadır. Derhal araştırıp, yakalanıp tevkif edilmesi..’
Ben alayda çavuştum. Benim emrime 20 asker verdiler. Bir aylık süre içinde Sivas-Malatya-Divriği bölgesinde gelip-geçen bütün trenleri aramamız emredildi. Biz trenleri aramaya başladık. Divriği’ye yakın bir istasyonda iki vagonun devamlı beklediğini gördük. Dikkatimizi çekti. Tren istasyon şefinin yanına gittik. Elimizdeki arama emrini göstererek ‘Bu vagonları arayacağız’ dedik. Biz böyle söyleyince istasyon şefi biraz panikleyip ‘o trenler arızalı, onlarda bir şey yok’ dedi. Ben yanımdaki askerleri dışarı çıkardım ve kendisine: ‘Gerçekten eğer bu zât bu vagonlarda ise ikimiz beraber gidelim, haber verelim, tedbirini alsın. Ben de bir Nakşî evladıyım’ dedim. Ben böyle deyince biraz rahatladı. Ben askerleri oradan uzaklaştırdıktan sonra ikimiz tren vagonuna doğru gittik. Gördüm ki iki vagon; birinde yataklarını koymuşlar, çuvallar içinde kuru peksimetler var. Diğer vagonda da Süleyman Efendi otuz kadar talebesiyle dinî tedrisat yapıyor. Ben tebliğâtı kendisine arz ettim: ‘Efendim, böyle bir durum var. İki gün sonra bizim görevimiz bitiyor. Biz kışlaya döneceğiz, yeni ekipler vazifelendirebilirler. Siz tedbirinizi alınız’ dedim.
Süleyman Efendi çok memnun oldular. ‘Evlâdım, çok büyük hizmet ettiniz, Allah razı olsun’ diye dua ettiler. Ve biz oradan ayrıldık, herhalde tedbirini almıştır. Sonra ben askerden terhis olup Bayburt’a döndüm.
Eve döndükten sonra hadiseyi Bayburtlu Dede Paşa Hazretleri ismiyle meşhur Nakşibende meşayıhından olan dedeme anlattım. Dedem dinledikten sonra gözyaşları içerisinde dedi ki: ‘Oğlum İbrahim; ahir zamanda Kur’an-ı Kerim’i ihya vazifesi Süleyman Efendi ve onun talebelerine verildi’ diyor. Sonra uzun yıllar geçti, ben İstanbul’a gittim, merak ettim. Acaba Süleyman Efendi hayatta mı? Sordum, araştırdım. Kısıklı adresini aldım, oraya kadar gittim. Bulunduğu odaya gelince beni ayakta karşıladılar. ‘Gel bakalım evladım İbrahim, nasılsın, iyi misin, hoş geldin. Dede Paşa Hazretleri ne yapıyorlar, sıhhatteler mi, afiyetteler mi?’ diye sordular. Hâlbuki ben o anda ismimi ve memleketimi açıklama fırsatı bulamamıştım. Bir gün beni misafir ettiler ve ayrıldık.”
Okuduğumuzdan anlaşılan şu ki bazı zevatlar, kendinden geçer, dine vakfederler kendilerini. Dinle dinlenir, dinle yorulur ve o din üzere ölürler. Mezkûr anı, Süleyman Efendinin kendi gayretiydi, bunun yanı sıra dünyadaki Müslümanların meselelerini, dert ve sıkıntılarını yakından takip eder, yerine göre cami kürsüsünden cesurca dile getirirdi. O devirde birçok vaizler netameli hâdiseleri cami kürsüsüne getirmeye cesaret edemezken o, zaman zaman devlet adamlarını bile ikaz ederdi. Cami kürsülerinde; Fransa işgalindeki Cezayir’le ilgili olarak: “Hükümet Cezayirli Müslümanlara yardım etmiyor, bari biz dualarımızla oradaki kardeşlerimize yardım edelim” diyerek dua etmiş, talebelerinin dikkatini dünya Müslümanlarının üzerine çekerek onlara ‘Ümmet Şuuru’ vermeye çalışmıştır.
Sultanahmet Camii’ndeki vaazlarında: “Ey Menderes! Size sesleniyorum Ayasofya’yı aç! Bu şeref sana nasip olsun.” hitabıyla devrin başbakanını ikaz etmişti. Fethin sembolü, Peygamberimizin müjdesinin tahakkuku olan Ayasofya’nın önemine en üst seviyede dikkat çekmiştir. Dinî neşriyata ehemmiyet vermiş, Necip Fazıl’a ‘Büyük Doğu’ mecmuasını çıkarmasında manevi teşvikleriyle birlikte hanımına ait bir evini satarak büyük maddî yardımlarda da bulunmuştu. Türkiye’de siyonizm tehlikesine karşı uyarıcı eserler neşreden Cevat Rifat’a en büyük yardımı Süleyman Efendi yapmıştır. Din adamlığını dininin adamı görüyor: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah’ın, Resûlullah’ın, Kitabullah’ın ve İslâm’ın tebliğ memurluğudur” diyerek bu ulvi vazifeyi sadece devlet memuriyetinden ibaret görenlere de iyi bir ders vermiş oluyordu.
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, gayretiyle öncüydü, tavrıyla örnekti ve temsiliyetiyle muteberdi. Yoluna yolcu, davasına hami, dinine müdafi olmak niyazıyla...
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...