GÜL NAATLERİ

GÜL NAATLERİ

Yoksul bir seherin cömert dudaklarından bir selam geldi. Bir nur haresi, bir peygamber sesi, bir aşk nefesi… Kapılar, pencereler, bahçeler şenlendi bir anda. Hüzün yaprakları şecere-i hilkatin kollarından eşsiz bir viladetle kopuverdi.

Şeyh Galib asırlar önce şöyle söylemiş idi:

“Ervâh ki tuhfe-i Huda'dır

Hâk-i reh-i Şâh-ı Enbiya'dır.”

Allah'ın hediyesi olan ruhlar, Peygamberler şahının yolunda topraktır...

Aşkın buhurdanlığından peygamber rahiyası sardı cümle âlemi…

Geldi nur ve merhamet, sarsıldı zulüm ve tuğyan kafesleri…

Coştu denizler, yıkıldı duvarlar, taştı kalplerden sevda parıltıları…

Âsitân-i izzetinde kara gözlü divanelere dönüşür yer ve gök…

Senin elinde masalsı birer kelimeye dönüşür ay ve güneş…

El değmemiş beyaz bir çarşaf gibi dürülür zaman ve mekân…

Bütün zihayat çeşm-i siyahının derununa hayran olur Efendim!

Biz dahi gülü tarife hacet duymayız Efendim, ne çiçektir pekala biliriz…

Lakin tesellisi yoktur bazı sevmelerin… Ve sevmek özlemekten her daim bir hissedir.

Öyle ki üftade bakışları ebedi yaşatmak niyetindeydim. Bu misal eşliğinde sakin bir gül bahçesinden geçtim bu sabah. Bahar meltemine bahçelerin halini sormak istedim. Çünkü bülbüller gam ve telaş içinde, figan içindeydi. Hasan Sezaî gibi dedim,

“Ey bülbül-i nâlende

Gül vaslını hâhende

Gül vaslı mukarrerdir

Sa’y eyle bu gülşende”

Ey inleyip figan eden bülbül, ey kavuşmayı arzu eden! Bu bahçede gayretini devamlı kıl. Elbette vuslatına erersin.

Gül-i Rânâ özlemiyle soğuk çitlerden geçtim sonra. Aşkın her harfine aşina olan bilirdi ancak;  Kenan yolu nicedir. Bilirdi, bir hıyabandı ki hasret, kuy-i canandan geçer. Cananın cemaline peyvest olmadan candan ve serden bile geçilirdi…

Bu terennüm içinde çiçeklerin başkenti olan müşfik bir bahara yürüdüm. Bir gül ile konuşup, ona senden bahsettim. Hem gördüm ve bildim, bir zaman tahkik ettim. Tanıdık güller toplamaya başladım toprağın kalbinden. Fakat bahçıvanın beni görmesinden de korkuyordum.

Ben gül toplarken bahçıvandan tatlı bir söz duydum. Dedi ki: “Güle ne hâcet, Bütün bahçeyi sana bağışladım...” Anladım ve öğrendim. Senin hatırına idi bütün sevinçlerim. Anladım ve gördüm, bilmeyen yoktu seni âlemin cemalinde. Öyle ki sevgili; tecella-i cemalinden nevbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, hâk-ü-hâr âteş kesilmiş idi…

Senin can güzelliğin karşısında dünya neydi Efendim! Şairler ve arifler biliriz, gül-i ruhsarına can ü gönülden meftun olanları biliriz. Şüphesiz sensiz ne mülk ü mal ü câh ister, ne de zevk-ü safa ister

Yunus gibi bizim de canımız kurban olsun senin yoluna! Adı güzel kendi güzel Efendim! Seni tanıyanlar bilir, sen bütün çiçekler arasında, diken içindeki gül gibisin.

Her açışta dudaklarına tebessümler karışan bir gül gibisin. Ol sebepten gül şehrimde açan ilk güle her daim senin ismini verdim. Zaman o gül gibi görmedi zaman olalı, gülün güzelliği dillerde dasitan olalı…

Nazmî ne söylemiş idi, seni methetmeye iktifa edemediğini ifade eder iken:

“Seni methetmeye dil kâfi değil

Sana uzanmaya el kâfi değil

Kokunu tarife gül kâfi değil

Seni yaradana kurban olayım”

Ne zaman hasret yükselirse kanayan göğüslerden, geceler yerini ciddi bir kızıllığa boyardı. Yeryüzü yeşerirdi, gökyüzünün yakasını yırtıp atardı.

Gördüm, seni her sevmede bir kere daha ay ikiye yarıldı. Al kanını gözlerimize çalardı gökyüzü, o yükselen kızıl ufuklar. Kudretli nümayişler bestelerdi en müstesna seslerden…

Yunus Emre’den aşk dolu bir ses geldi, pak viladete kıymettar bir söz geldi o vakit:

“Ol Resulün doğduğu şeb, bî-güman

Leyle-i kadre müşabihtir heman

Bulmak istersen cehennemden aman

Mevlid-i pâk-i Resulullah'a gel”

Bir mevlid serinliği sarardı bütün ruhları… Yerin ve göğün ışığı kadife ellerden yükselirdi. İki cihan güneşi hane-i saadete teşrif ederdi. Bu hal üzere iken, çokta uzak olmayan bir yerden Niyazi Mısri’nin sesini işitir olduk. Uyur idik uyandırdı, diriye saydı bizi:

“Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı arş üzre kadem,

Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal–ümem.”

Doğdu risâletin kalbi, yeryüzüne ayakbastı. Nübüvvet nurunun ışığını bütün ümmetlerin üstüne saldı.

İdrak ederiz ki alnımızdaki o parlak nübüvvet nuru, uyanık gönlümüzdeki yakinin nuru, bütün bu nurlar, hatta bütün nurların nuru Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sav) nurundandır.

Bu minval üzere Mevlana Celaleddin’den yine bir ses duyuldu Âlemin Mustafa’sına (sav):

“Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Sana sığınmadıkça, arslan bile tavşan kesilir! Ey Mustafa! Bu safâ denizinde kaptanlık et! Çünkü sen ikinci Nuh’sun. Akıllara bir yol gösterici lazım. Hele yol, deniz yolu olursa! Sen vaktin Hızır’ısın. Her geminin imdadına yetişen sensin. Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin. Güneşe benziyorsun, kendini bizden gizleme…”

Yeryüzünde hiç kimse onun zatı kadar övülmedi… İsmiyle müsemma idi. Adı ki çokça övülen Hazreti Muhammed Mustafa idi (sav).

Geçmişin tozlu sayfalarından bugüne dek âlimler, arifler, şairler ve ediplerin kurumak bilmez mürekkepleriyle; mevlitler, naatler, kaside ve şiirler yazıldı.

O gül ki; gafletin tozuna bulanmış yürekleri hakikatin ziyasıyla pür nur eyleyen, aşkın sesiyle ölmüş kalplere nefes veren, ayağında asırlık bukağılarla bir yudum azadeliğe hasret kölelere taze umutlar tütsüleyen Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa idi (sav) …

O`nun (sav) için naat yazmak isteyen her şair, o niyetle hokkaya kalem çaldığında, elinde tuttuğu kalemin yeşil mürekkebinden aşk süzülürdü kahverengi varaklara…

Şairler, kalemin ve sözün büyük üstadlarıydı. Hayalin derinliğini su üstüne çıkaran, görülmeyen ve duyulmayana muhayyilede yer açan aşk dünyasının taçsız hükümdarlarıydı…

Mevzu bahis Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) olunca bütün şairler ansızın kaybeder oldu kelimelerini. Sonra Fuzulî çıkıp bağ ve bostanı, sonra gülistanı yele veriyordu:

“Suya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su.”

Bahçıvan gül bahçesini suya versin, boşuna zahmet çekmesin. Çünkü o bin gül bahçesine su verse bile senin yüzün gibi bir gül açılmaz.

Kişi kelamıyla Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’i övmeye muktedir olamazdı. Ancak Efendimiz (sav)’i anarak kendi kelamını yüceliğini artırır idi.

Evet zatı çokça övülendi; kültür ve edebiyat sahamız içinde övgülerin en güzeli hep Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) içindi.

Elbette şairler sözlerin en güzelini hep Efendimiz (sav) için konuştular. Yüreği yanık şairler, dizelerinin en güzelini hep Efendimiz (sav) için yazdılar.

Öyle derinden, öyle bir aşk ile sevda ile düş ile sevdiler Efendimiz (sav)’i…

Bu muhabbetin huzurunda kelam acze kapılır. Söz sükuta değer. Aşk şiirleri vuslat gününün coşkusuyla Efendimiz (sav)’i yazmak için bekler durur.

Her muhabbetlerinden Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) hasıl olan, şairler sevmişti O`nu (sav).

Güllerin en güzeline, gül-i rânâ için, şiirin gülistanından güller toplamışlardı demet demet. Bahçıvan bütün bahçeyi onlara bağışlamıştı sanki.

Sunmuşlardı gül bahçesini, dünyanın bütün güllerini Efendimiz (sav)’e. Şairler sevmişti onu, şiirlerle kaf dağına kanat çırpan, aşık ve yakılmış bir gönülle…

 

Söz&Kalem Dergisi | Orhan Özsoy

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ