Dergimizin Kasım 2013 sayısında merhum Mehmet Yavuz ile gerçekleştirilen röportajı, bâki âleme hicretinin sene-i devriyesi münasebetiyle yayınlamak ve bugüne ışık tutan tespitlerini bir kez daha istifadenize sunmak istedik…
Hocam; evvelen dergimiz ve okurlarımız adına sizi muhabbetle selamlamak istiyoruz. Bu yoğun tempo arasında lütfedip bize vakit ayırdığınız için de ayrıca şükranlarımızı arz ediyoruz. İsterseniz klasik bir soruyla başlayalım: Dergimizi nasıl buluyorsunuz?
Bismillah… Ben teşekkür ederim. Böylesi hayırlı bir işe giriştiğiniz için sizleri tebrik eder, Cenab-ı Allah’tan muvaffakiyetler dilerim. Dergimizi, başlangıç olması itibarı ile beklediğimden daha iyi bulduğumu belirtmeliyim. Kuşkusuz zamanla terakki edecek ve kemal bulacaktır. İslami değerlerin ikamesi ve muhafazası niyetiyle yapılan her ameli/etkinliği takdir eder ve desteklerim. Bu çalışmanızı da bu kapsamda değerlendiriyorum. Sefâhet ve malayani ile iştigalin tavan yaptığı, günahın estetize edildiği bir toplumda, bozulan fıtratı asıl mecrasına taşıma gayreti içinde olduğunuzu görmek, doğrusu ümit verici. Hayırlı bir işin öncülüğünü yapıyor olmanız hasebiyle, amel defterlerinizin açık olmasını Mevla’dan niyaz ediyorum.
Dua ve temennilerinize en içten bir şekilde âmin demek istiyoruz hocam. Açıkçası dergimiz bir çok hedefle yayın hayatına başladı. Bu hedeflerin en başında da özgün, dinamik, bilgili ve kültürlü bir gençlik kitlesi oluşturmak var. Sizce bu hedeflerimize nasıl ilerleriz?
Hedef belirlemeniz güzel, zira hedefsizlik başıboşluk ve anarşizmdir. Kullarını yarattıktan sonra başıboş bırakmadığını söyleyen bizatihi Yüce Rabbimiz’dir. Hedefi olamayan hiçbir gemiye rüzgarın yardım etmeyeceği aşikardır. O halde mü’min olduğunu iddia eden hiç kimse, başıboş bir hayat sürdüremez, sürdürmemelidir. Sizlerin de bu güzel hedefinizi gerçekleştirebilmeniz için, önce Allah’ın rızasını kazanmayı gözeten bir niyete sahip olmanız gerekir. Zira “niyet elmas’ı kömüre, kömürü elmas’a kalbeder.” Bilinmelidir ki, ihlastan uzak bir niyet ve amelle yapılan bu tür matbuat işleri, “entelektüel bir fikir kulübü” olmaktan öteye geçemeyen fantastik bir beyin jimnastiği olmaya mahkumdur. Hesaba çekilirken düşüncelerimizin mükemmelliği ve derinliğinin değil, amellerimizin güzelliğinin esas alınacağını unutmamak gerekir. Niyeti; azim, kararlılık ve gayret takip etmelidir. Çünkü insana ancak çalışmasının karşılığı verilecektir. Sonra da ümit ve sabır. Liberal kapitalizmin mana ve ruhaniyete ait bütün ulvi değerleri kasıp kavurduğu bu ahir zamanda, hep beraber ya Talut’un ordusundaki bir avuç bahtiyar muvahhid olacağız ya da her yönüyle cazip hale getirilmiş ırmağın suyundan kana kana içmeye çalışıp karınlarını şişiren bedbahtlardan olacağız.
Günahın estetize edildiği bir zaman dilimine vurgu yaptınız ilk soruya verdiğiniz cevapta. Akabinde de ulvi değerlerin manasından uzaklaştırıldığına dikkat çektiniz. Şunu soralım öyleyse: Tüm bu süreçlerin odağında olan Müslüman gençlikten ne bekliyorsunuz hocam?
“Akıllı” olmalarını bekliyorum. Diyalektik mantığı düzgün kurabilen, yani bizim literatürümüzde “tefekkür” olarak tanımlanan temel dinamiği etkin kullanabilen bir her birey; fiilen, ruhen ve zihnen inanılmaz inkılaplar gerçekleştirebilir. Trilyonlarca yıl (kesintisiz, sonsuz) sürecek, hem ruhun hem de bedenin bütün zevklerine hitap edecek bir hayat mı; yoksa 60-70 yıl (çocukluk, ihtiyarlık, hastalık hariç) süren ve zehirli bal gibi bazı zevklere hitap eden fani ve deni bir hayat mı?
Bu denklemi iyi kurmak gerekiyor. Bunun için üst düzey akademik bilgilere sahip olmak da gerekmiyor. Tefekkürle herkes bu sonuca oluşabilir. Bu fikri ve ruhi olgunluktan sonrası ise kulun kendisini adamasıdır. Bir diğer ifade ile malı, canı ve zamanı “Rızay-ı Bâri” ve cennet karşılığında Allah’a satmasıdır. Kuran-ı Kerim’de düzenli ve belirli periyotlarla “akıllanmaz mısınız?” buyrulması bundandır. İdam sehpasında kulu vecde getiren ve kendi öz celladını zavallı gösteren bir aşktır bu. Ruhun cezbeye gelmesi ya da “Onlar için korku yoktur ve mahzun da olmazlar” sırrına ermişlik.
Bu sırra eren ve tüm benliğini ulvi değerleri için adeta feda eden bir gençliğin toplumsal hayatta bir yeri veya konumu yok mudur peki?
Müslüman gençlik, toplumsal yaşamın en merkezinde olmalıdır. Haramların kanıksandığı, günahın reklamının yapıldığı, erkeğin kadınlaşıp kadının erkekleştiği, kısaca “ekinin ve neslin” yok edildiği bu sürece karşı gençler, ilim ve hikmeti kuşanarak, bir günahtan kaçınmanın veya bir sevap elde etmek için bedel ödemenin ne kadar önemli olduğunu pratize ederek diğer insanlarda buna karşı bir farkındalık oluşturmalıdırlar. Halkın nazarında toplumun alt tabakasındaki (oluşturulan algı bakımından) insanlarla özdeşleştirilen İslami bir yaşamı; tıp, mühendislik, hukuk, öğretmenlik vb. bir alanda eğitim gören bir üniversite öğrencisi olarak yaşanılabileceğini/yaşandığını ispat etmelidirler. Lakin mühim bir meseleye daha temas etmeden geçmek istemem. Hilafetin ilgasıyla başlatılan sürecin ürettiği en büyük yalanlardan biri pozitif bilginin vahye alternatif olduğu hususu olmuştur. Bu materyalist yalana okkalı bir tokat atan zat, Bediüzzaman Hazretleridir. O’na göre, talebenin himmetinin pervaz edebilmesi, yani bir kuş gibi uçabilmesi için iki kanatlı olması gerekir. Bir kanat dini, diğeri ise fenni (müspet, pozitif) ilimlerden oluşmalıdır. Bir diğer ifade ile Müslüman gençlik, vahiy ve bilgiyi mezcettiren yani birleştiren bir donanıma sahip olmalıdır.
Bu iki ilim birbirinden ayrıldıkları vakit, tek kanatlı bir kuşun uçamaması misali, hayat çekilmez bir hale gelir. Fenni önceleyip dini öteleyen toplamlarda şüpheler, vehimler, kuruntular, cerbezeli ruh halleri, stres, melankoli, anti depresan ilaç kullanımlarındaki astronomik artışlar, tacizler, tecavüzler, boşanmalar, intiharlar, çocuklarını, anne-babalarını ya da kardeşlerini dahi gözünü kırpmadan öldürebilecek derekeye düşmüş toplumsal kaos ve cinnet hali… Dini önceleyip fenni öteleyen toplumlarda ise kör taassubun pençesine düşme, birbirinin kafasını koparmayı ya da aynı din sahibi olan fakat farklı mezheplere mensup kişilerin gittiği camilere intihar saldırısı düzenlemeyi cihad zannedecek bir vandalizme kapılma halleri... Hazreti Ali (r.a)’yi katletmeye kadar götüren harici sapkınlığı… Hem dini hem de fenni bünyesinde barındırmak, aynı zamanda vasat olmaktır. Bu alanların herhangi birinde ihtisas sahibi olmak ise, “iyi” ile “çok iyi” arasındaki farkı ortaya çıkarmaktadır. Mütehassıs olmak, sadece “avam” diye tabir olunan halk kesimlerini değil, “havas” olarak nitelendirilen çevreleri de kendi şahsında davasına hayran bırakmayı netice verecektir. Bütün yeteneklerini, kabiliyet ve istidatlarını ortaya çıkaran ve tamamını “Allah’ın işleri” için kullanan ve feda eden bir gençliğin, hem dünyası hem de ukbası mamur hale gelecektir.
Açıkçası bir röportajdan çok, ciltler dolusu kitapların vermek istedikleri mesajları ve yılların birikmiş tecrübelerini dinliyoruz şuan. Aslında konuyu hiç başka yere çekmeme adına şu soruyla devam etmek istiyoruz hocam: Müslüman gençliğin, inandığı davaya daveti nasıl olmalıdır?
Müslüman gençliğin, kendi fikri ve ruhi tekamülü ile beraber salih amel dengesini de oturttuktan sonra yapacağı en önemli şey, Rabbi adına işlettiği müesseseye müşteri çekmeye çalışmaktır. Bunun için maddi-manevi, soyut-somut, sosyal-mekanik bütün donanımlarını bu iş için seferber etmelidir. Nezih bir lokantanın yaşını başını almış patronunun, işletmesini cazip hale getirmek için lokantanın kapısında gün boyu ayakta bekleyip önünü ilikleyerek, mütebessim bir çehre ile torunu yaşındaki çocuklara bile, “küçük hanım/küçük bey hoş geldiniz, şeref verdiniz, buyrun lütfen” şeklindeki tavrından çok daha ileri seviyede hem de. Çünkü o, alacağı yüz liranın, sen ise, gireceğin cennetin peşindesin. Allah adına işlettiğin müesseseni ondan daha cazip hale getirmelisin. Özellikle üniversite ortamındaki sefahet ortamlarına dikkat etmek şartı ile güzel ahlakımızla, kullandığımız dilin inceliklerini de bilerek, hikmetle yaklaşmalıyız insanlara. Değerlerimize ve kutsallarımıza hakaret edilmemek şartı ile, inancımızdan aldığımız kuvvet ve özgüven ile herkesle konuşabilmeli ve insani ilişkiler geliştirebilmeliyiz. Eleştiriye açık olmalı, hemen parlamamalıyız. İzzetli olmakta elbette taviz vermeden, bir insanın imanına vesile olabilmek gayesi ile bazen hakarete bazen de şiddete maruz kalsak da, ısrarla sürdürmeliyiz bu çabamızı. Uğrayacağımız hakaret ve şiddetin, Hz. Resulallah sallallahu aleyhi ve sellem’in Taif’te taşlanması ya da en masum anlarından biri olan secde halindeyken üzerine deve pisliği atılıp kahkahalarla gülünmesinden daha öte olmayacağı kanaatini taşıyorum.
Röportajımızın son sorusuna gelmiş bulunmaktayız hocam. Güzel ve istifadeli devam ediyorduk aslında lakin kelimelerimiz limitini doldurmak üzere. Son sözlerinizi almak istiyoruz hocam.
Müslüman bir gençlik (özellikle üniversiteli), kendisine bir daha iade edilmeyecek gençliğini dolu dolu ve doya doya yaşamalıdır. Nasıl olacak peki? Genç kardeşlerime o ruh halinden birazcık tatmış biri olarak şunları söylemek istiyorum: Ebu Bekir, Ali, Hamza, Mus’ab, Sümeyye… (Allah hepsinden razı olsun) gibi elmas hükmündeki kaleli ve nitelikli kulları ortaya çıkaran değerleri (cihad, infak, tebliğ, irşad, karınlara taş bağlama, şehadet vs.) tarihsellik ve şekilcilik girdabında boğulmadan güncelleştirebilmeliyiz. Söz gelimi, 15 km’lik yolu yürümemek için cebinde bulundurduğu tek minibüs parasıyla, davet çalışmasında bulunduğu arkadaşına çay ya da çorba ikram etmek (infak etmek). Tabanları şişene kadar yürümek: karda, çamurda, yağmurda... Kombili ve 24 saat sıcak sulu konforlu kâşanelere inat; yer yer nem, yer yer de kesif küf kokan mustaz’af hanelere talip olmak. Tebliğ ve irşadın bedeli olarak Zeyd bin Desine ve Hubeyb bin Adiyy (Allah ikisinden de razı olsun) misali komplo ve kumpaslar sonucu gözaltına alınmak… Cennete giden yoldaki işaretler hükmünde olan ve bizden öncekilerin başına gelen bu bela ve imtihanları, tarih kitaplarının tozlu sayfaları arasına hapsetmemek…
Rabbizimin, sırf kendisi için yapılan bu tür fedakârlıklara çok ama çok değer verdiğinin ve bizi gördüğünün farkında olarak, bedenimiz acı çekerken ruhumuzun lezzet aldığını hissetmek. Böylelikle imtihanlardan korkmamak ve tabiri caizse imtihanların üzerine üzerine gitmek.
Eyvallah hocam. “Hıtâmuhu misk” tadında bir röportaj oldu açıkçası. Öyle ümid ediyoruz ki okuyan kardeşlerimiz de bu zengin sofradan kendi hisselerine düşenleri alacaklardır. Tekrardan bize zaman ayırdığınız için hem dergimiz hem de okurlarımız adına teşekkür ediyoruz.
Allah razı olsun. Ben de teşekkür ediyor ve hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Selam ve dua ile…
Söz&Kalem