3 günlük kapanma haberini alır almaz uzun zamandır ertelediğimiz kampımızı yapmaya karar vermiştik. Hızlıca bir ihtiyaç listesi oluşturmuş ve eksikleri tamamlamıştık. Bu sefer ki kampımız uzun olacağından bozulmayacak ürünlerden seçmiş veyahut bozulacak ürünleri de ilk gün tüketecek şekilde ayarlamıştık. Eşyaları arabaya istiflemiş, yola revan olmuştuk. Rotamız: Gökçetepe Tabiat Parkı.
Konum itibariyle; İstanbul’a 230 km, Çanakkale’ye 130 km ve Bursa’ya 450 km mesafede bulunan Gökçetepe Tabiat Parkı, dünyada kendi kendini temizleyen, berrak sadeliği ile Marmara ve Ege denizlerini birbirine bağlayan Saros Körfezi’nde bulunup, uçsuz bucaksız koylarıyla, binlerce metrekarelik çam ormanıyla Edirne ili, Keşan ilçesinde doğal kalabilmiş saklı bir cennet köşesidir. Doğa harikası olarak adlandırılabilecek Gökçetepe Tabiat Parkı, birçok araştırma sonucunda; havadaki gaz oranındaki uyum sebebiyle astım ve alerjik hastalıklara iyi geldiği belirlenmiştir. Doğal yaşamın gerçekten hissedilebildiği bu eşsiz mekan, oksijen deposu olarak da tanımlanmaktadır. İstanbul’a yaklaşık 3-4 saat uzaklıkta bulunan tabiat parkına epeyce düzgün köy koylarını aşarak ulaşıyoruz.
Tabiat parkını turladıktan ve çevrenin haritasını zihnimizde canlandırdıktan sonra bizlere en uygun kamp yerini seçiyoruz. Etaplardan oluşan tabiat parkının birinci etabı kamp severler ve karavancılar için ayrılmış durumda. Her ne kadar temizlik konusunda sınıfı geçememiş olsa da içerisinde duşluk ve tuvaletlerinde bulunması tabiat parkının bir tatil köyüne evrilişinin sinyalini veriyordu. Sanırım sezonunda daha temiz olduğu iddia ediliyor. Hemen girişinde market ve kasap bulunsa da sezonunda açık olan bu yerler gittiğimizde kapalıydı. Su ve ekmek ihtiyacımızı kendisine 5 dakikalık mesafedeki köylerde bulunan bakkallardan çok rahat bir şekilde sağlamış hatta organik köy ürünleri de alabilmiştik. Nihayet kendimize uygun olarak bulduğumuz kamp alanına yerleşmeyi başarmış ve evimizi kurmuştuk. Önümüz uçsuz bucaksız deniz. Bir yanımızı dik bir yamaç öte yanımızı da arabayla kapatınca tamamen izole bir ortamda kampımız kurulmuştu.
Hava kararmak üzereyken tek ihtiyacımız olan şey odundu. Hava kararmadan odun ihtiyacımızı karşılamalı ve yemeğimizi pişirmeliydik. Gece sıfır derece bir sıcaklık olacaktı fakat rüzgar ve deniz faktörlerini göz önünde bulundurunca hissedilen sıcaklığın daha düşük olacağını tahmin etmek zor değildi. Kamp alanımızı seçerken aynı zamanda rüzgarı kesecek ağaçları da siper etmiştik. Açık bir alan bile olsa olabildiğinde ısıyı muhafaza etmeye çalışıyorduk. Çok geçmeden odun toplamak için toprağı karış karış adımlıyorduk. Daha önce ormancılar tarafından kesilen ağaçlardan kuru olanları ayıklıyor ve taşıma kolaylığına getiriyorduk. Bu geceyi atlatmamız durumunda yarın odun toplamak ve stoklamak için epeyce bir vaktimiz olacaktı. Topladığımız odunları kamp alanımıza getirip testere ve balta ile yanmaya hazır hale getirmiştik. Hem zeminine hem de kenarlarına duvar gibi ördüğümüz taşlarla yaptığımız ateş çukuruna nizami bir şekilde yerleştirdiğimiz ve bu nizamla odunların uzun süre yanmasını sağlayacağını bilmenin sevinciyle daha ilk kıvılcımla ateşimiz yanıyor.
Öbür yandan ayaklı mangalımızdaki közler yemek için hazır duruma gelmişti bile. Sofra kurulup ışıklandırılırken köftelerin cızırtısı sahile vuran dalgaların sesiyle birleşince tarifi mümkün olmayan huzur dolu bir an yaşanıyordu. Köftelerimizi yerken çay için ateşe koyduğumuz suyumuz kaynamıştı bile. Az sonra kaynayan çay muhabbetle demlenecek ve kamp ritüellerimizden biri haline gelen iç hesaplaşma sessizliği ile devam edecektik. Ramazan ayından birkaç gün önce olduğundan ay bir hayli ilgimizi çekmiş ışığıyla sadece kampımızı değil yüreğimizi de aydınlatmıştı. Derin bir sessizlikle başlayan dalgın düşüncelerimize gece karanlığı ve denizin sesi eşlik ediyordu. Çay doldurma bahanesiyle tekrardan muhabbet etmeye başlamış ve gece yarısına kadar ateş önünde hem ısınmış hem ısıtmıştık.
Sanırım artık uyku vakti gelmişti. Çadırıma geçip tulumumda taşlara çarpan suyun melodisi eşliğinde derin bir o kadar da dinlendirici bir uykuya dalmıştım. Sabah namazı vaktinde geceden ateş üzerine abdest için bıraktığımız suyla üşümeden abdest almayı başarabiliyoruz ama sonrasında da üşütmemek için közlerin üzerine odun ilave ediyoruz. Namazdan sonra kurulduğumuz sandalyelerden gün doğumunu izliyor anbean güneşin hareketini takip ediyorduk. Çok kısa bir süre uyumuş olmamıza rağmen, yoğun oksijen varlığından olsa gerek, oldukça dinç başlıyoruz günümüze. Güneş kırk beş derecelik açı yaptığında kahvaltı için hazırlıklara başlamıştık. Sac tavada yaptığımız menemene kırdığımız köy yumurtalarının kokusu her bir yanı sarmıştı. Hazırladığımız kahvaltılılara denizi ayağımızın altına aldığımız manzaramız eşlik ediyordu. Kahvaltıdan sonra trekking yapmaya karar vermiştik. Hem çevreyi adımlayarak daha fazla tanıyacak hem de odunlar için göz gezdirecektik. Ormanlık alandan sahili izlediğimiz yürüyüşümüzü yaklaşık bir buçuk saatte tamamlayıp kamp alanımıza geri dönmüştük. Çayımızı demleyip öğleden sonraya kadar okuma veya dinlenme saati yaptığımız vakitleri değerlendirdik.
İkindiye yakın bir vakitte tekrardan odun toplamaya koyulmuştuk. Fakat bu sefer bir sonraki güne yetecek kadar da odun toplamayı hesaplıyorduk. 2-3 seferlik git gelden sonra epeyce bir odun toplayıp bunları kamp alanına taşımayı başarmıştık. Ateş çukuruna uygun hale getirmek için durmadan balta sallıyor ve testereyle odun biçiyorduk. Fazlaca zaman alan bu uğraş akşam yemeği vaktini getirmişti bile. Bugün düne göre rüzgar şiddetlenmiş, denizin rengi değişmişti. Artan rüzgar yemeklerin pişme süresini kısaltmıştı. Sofra hazırlanmış ve yemekler yenmişti. Az sonra közde kahve pişirecektik. Getirdiğimiz bilgisayarın açılan ekranından daha önce ayarladığımız bir film açılmış, kahveler doldurulmuştu. Sanırım tam teşekküllü bir kamp olmuştu. Kahve ve kuruyemişler eşliğinde uzunca bir gece olmuştu. Uyku vakti geldiğinde önceki geceden soğuk olacağını varsayarak gündüzden boşalan su şişelerine tam dolmayacak şekilde sıcak su doldurup tulumlarımızın ayak bölümüne ekliyoruz. Isıttığımız su sayesinde gece boyunca hiç üşümemiş hatta bir ara terlemiştim bile. Önceki gün yaptığımız işlerin yoğunluğundan ve yorgunluğundan olacak ki uyanmamız çadırımıza dik gelen güneş ışınlarıyla olmuştu. Öğleye yakın bir vakitte uyandığımız için kahvaltıyı atıştırmalıklar ile geçiştirmiş ikindiye doğru yemek yapmayı ve tek öğün ile günü bitirmeyi kararlaştırmıştık.
Tepede duran güneş bir yaz gününü aratmayacak şekilde vücudumuzu ısıtıyordu. Bu durumu fırsat bilip ayak bileklerimizin üstüne sıyırdığımız pantolonlarımız ve yalın ayaklarımız ile güneşin tadını çıkarıyorduk. Güneş karşısında iyice mayışmış, denizden gelen hafif serin rüzgarın da etkisiyle oturduğumuz sandalyelerde gözlerimiz kapanır olmuştu. Ortamın sessizliği ve maviyle yeşilin muazzam birleşmesinden midir bilinmez ama içimiz geçmişti. Bugün deniz yorulmuşsa benziyordu, durgun ve iç gösterircesine berraktı. Kampın üçüncü gününde yorulduğumuzu hissetmeye başlamıştık fakat ortamın güzelliği yorgunluğumuzu bastırıyordu. İkindi vaktinde hazır kavurmalarımız ile sac tavada güveç yapmış, gün boyu beklememize değecek, lezzetine doyamadığımız bir öğünle taçlandırmıştık. Yemekten sonra suyumuz bitmişti, su almak için tekrardan köye gitmiştik. Yeteri kadar su aldıktan sonra kamp yerimize dönmüş ve çayımızı demlemiştik. Çayımız kaynayıp demlenirken akşamüstü serinliğinde yaptığımız trekkingimiz bizleri biraz yormuş ve çayı hak ettiğimize inandırmıştı. Eski günleri yad ederek geçirdiğimiz gecemizin sonuna yine ay ve yıldızların ışığı altında dinlenmemiz eşlik edecekti. Önceki gece faydasını gördüğümüz sıcak su şişelerini doldurup bir önceki gece gibi uyku tulumlarımızın ayak kısmına yerleştirmiştik. Hiç üşümeden çok rahat geçen bir sabahın ardından yola çıkma vakti gelmişti. Sabahın ilk ışıklarıyla topladığımız kamp alanımız yola çıkmamızla son bulmuştu.
Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem | Murat Çöklü