Türkiye’de birçok noktayı görme ve kamp yapma fırsatım olmuştu fakat Salda Gölüne daha önce yolum hiç düşmemişti. Fotoğraf ve videolarına denk geldikçe var mıydı gerçekten böyle bir güzellik diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyor ve hayallerimde Salda Gölü’nü baştan sona geziyordum. Nihayet havalar ısınmış, heybemizde olan salda maceramızı anlatma vakti gelmişti;
Yine bu hayaller içinde düşüncelere dalmış iken bu işin hemen olması gerektiğine karar vermiştim bile. Ya hayallerimi süsleyen şeyin peşinden koşmalı ya da bir daha hayal kurma zahmeti içine girmemeliydim. İlk yapmam gereken şeyin bir kamp arkadaşı bulmak olduğunu biliyor, bunun için uygun birkaç kişinin ismi zihnimden geçiyordu. Evet evet galiba buna en uygun olan Cafer idi. Cafer ile sık sık doğa yürüyüşleri ve günübirlik geziler yapardık. Bir yere gitmeye karar verdiğimizde ‘yola çıkalım mı?’ der, ‘zaten yolda değil miyiz?’ cevabıyla nereye gittiğimizi bilmeden yola düşerdik çoğu zaman. Bu ikimiz arasındaki parola idi. Birbirimize güvenir, dostlar ile beraber olduktan sonra yerin ne önemi var derdik. Yine ‘yola çıkalım mı?’ sorusunu sorma vakti gelmiş ‘zaten yolda değil miyiz?’ cevabıyla düşmüştük yollara.
İstanbul için şiddetli fırtına ve dolu anonsları yapılıyordu. AKOM, kasko şirketleri ve çeşitli kurumlardan peş peşe mesajlar gelirken insanlar bulduğu her şeyi araçlarının üstüne atıyor, örtmeye çalışıyordu. Şey geldi aklıma birden; bunca anonsa rağmen hatalarımız ve günahlarımız neden örtülmezdi ki? İnsanoğlu işte…
Dolu ve fırtınaya yakalanmadan eksiklerimizi tamamlamalı hayallere doğru yola çıkmalıydık. İstanbul’dan 620 kilometre uzaklıkta bulunan Salda Gölü, Burdur’un Yeşilova ilçesinin hemen kuzeybatısında ve ilçeye 4 kilometre mesafede bulunuyor. Yer yer 184 metre derinliğe sahip olan Salda Gölü bu özelliğinden dolayı Türkiye’nin en derin göllerinden biri olma sıfatını taşıyor. Gölden herhangi bir akarsu çıkışı bulunmuyor. Bu da Salda’yı kapalı havza gölü yapıyor.
Nihayet saat 23.00’ı gösterdiğinde yola çıkmayı başarmıştık, hep yolda olduğumuzu unuturcasına. Aracın sağ tarafında oturmuş durmadan müzik listesi çeviriyor, birinde kendimi bulacağımı biliyordum. Ve nihayet yürümeye başlayan bir çocuğun sevinciyle bulmuştum, kendimi. (1) Dostumun yorgun olduğunu biliyor fakat İstanbul çıkışında pes edeceğini zihnimin ucundan bile geçirmemiştim. Aracın soluna geçme vakti gelmiş, kulağımızda tekrarlayan ezgi çalmaya devam ediyordu. Arka koltuğa geçen dostum 20 dakika dolmadan uyumuş, baş başa kalmıştım yol ve beni hiç yalnız bırakmayan ay ile.
Gözlerim yola dikilmiş, kaybolmuştum kesik kesik olan beyaz şeritlerde. Yol boyunca bitmeyen viraj yapmışlar, esas yol gibi. Virajlar, ne çok oyalıyor insanı. Gittiğini sanıyorsun ama gitmiyorsun gibi bir şey. Yola bağlı kılan ise kesik kesik şeritler değil her seferinde ayın tam karşıda olmasaydı.
Son 40 kilometre, mavinin her tonu için. Salda Gölü tabelası görünmüş, tabelanın fotoğrafını çekmeye çalışırken önümüze bir torosun geçmesiyle durduk, yabancı olduğumuzu hem aracımızdan hem de her gün içinde olup belki de farkına varamadıkları şeyleri fotoğraflamamızdan anlamışlardı.
Aracın camları inmiş;
-Nereye gidiyorsunuz?
-Salda Gölü’ne gideceğiz.
-Nerden geliyorsunuz?
-İstanbul’dan geliyoruz.
-Salda Gölü için İstanbul’dan mı geliyorsunuz?
-Evet, kamp yapacağız.
-Bizi takip edin, biz de Yeşilova’ya gidiyoruz.
-Aslında hiç gerek yok, navigasyon ile gidiyoruz zaten. Hem biz fotoğraf çeke çeke gitmeyi düşünüyoruz.
-Ne gerek var, siz takılın peşimize.
Çaresiz bir şekilde diretmelerine boyun eğerek, tamam peki, demek zorunda kaldık.
Navigasyonun bizi bunca yolu getirdiği gerçeğine nankörlük ederek takıldık peşlerine.
Dağ keçisi gidiyor, sahibinin de keçi inadına sahip olması araç ve sahibi arasında bir bütünlük sağlamış durumdaydı. Zorlu ve patika dağ yollarını geçtiğinde torosa neden dağ keçisi dendiğini daha iyi idrak etmiştik. Yeşilova’ya vardığımızda teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz.
Birkaç dakika sonra Salda Gölü’nün eşsiz manzarası karşısında büyülenecek, anlamsızca kahkaha atacaktık. Karadeniz için yeşilin her tonu derler, galiba Salda da mavinin her tonu. Salda’yı çekici yapan masmavi suyuyla beraber bembeyaz kumlarıyla Maldivler’i andırması. Bu durum Türkiye’nin Maldivleri olarak bilinip hatta ‘Saldivler’ diye de isimlendirilmesine sebep olmuştur. Nihayet göle varıp, kamp alanı için keşif yapmaya çıkmıştık. Her yer o kadar güzel ki mekan seçmekte zorlanıyoruz. Bir ağaç dibinde uygun yer bulmuş, evimizi kısa bir zamanda inşa etmiştik. Mavinin heyecanıyla kahvaltı yapmayı unutmuş hemen yanı başımızdaki göle koşarak girmiştik. Öğleye kadar suda kaldığımız için epey yorulmuş, acıktığımızı anlayınca terk etmiştik maviliği. Odun toplamak için etrafta gezintiye çıkmış, elimizde bize epey yetecek kadar yakacak ile evimize dönmüştük. Tüm bunları yaparken kenarda kurulu tripot ve üzerinde hızlı modda çekim yapan kamera duruyordu. Öğle yemeğimiz için ateş yanıyor, yemeğin piştiğinin habercisi olan cızırtı sesleri içinde sofra kuruluyordu.
Kameradan video çekimini durdurmuş, bir yandan yemek yerken öte yandan çektiklerimizi izliyorduk. Her şey o kadar hızlı ilerliyordu ki, ölüm gelmişti aklımıza. Ölüm anında ömrümüzün bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçecek olması. Basit bir kamera, gerçek kamerayı hatırlatıyor. Etrafımızda O’nun ve hakikatlerinin varlığını aktaracak o kadar şey var ki. Hepsi ve herkes muazzam düzenin bir parçası. Hayret içinde ibret alıyoruz.
Gökyüzünde selam duran güneşin gözümü kamaştırması ile elimiz telefonlara gidiyor. Zira güneş poz vermiş, bulutların arasından el sallıyordu. Anı ölümsüz kıldıktan sonra, etrafımızı toplayıp oturmuştuk. Gölü ve anı izlerken elimde kalem, yüreğimde kavga, arkada ezginin ‘’bak iki göz bir görüyor!’’ nakaratı. (2)
Bize hayat sunan en minimal alanlar, en mutlu olduğumuz alanlar sanırım. Bunu sunan ortamlar o kadar kısıtlı ki bu yüzden çoğu zaman yeryüzüne ait olmadığını hissedenlerdenim. Bu düşüncelerim yükseklerde, çok yükseklerde belki bir uçakta gökyüzünde süzülürken yerini aidiyet duygusuna bırakır. Galiba ben gökyüzüne ait ve gökyüzünde mutluyum. Dostumun, haydi suya girelim, demesiyle kesilmişti düşüncelerim.
Öğleden sonra olduğu için göl kalabalıklaşmış, sabahki tadı alamıyordum. Üç genç suda ellerindeki top ile voleybol oynamaya çalışıyor, zaman zaman topları yanımıza geliyordu. Bir iki üç derken gençlerle tanışma fırsatı yaratmıştı, yanımıza kaçan topları. İsminin Deniz olduğunu sonradan öğrendiğimiz genç;
-Kusura bakmayın, sizi de rahatsız ediyoruz.
-Olur mu öyle şey, ne rahatsızlığı.
-Buyurun oynamak isterseniz, müdahil olun.
Tereddütsüz davet bekler gibi müdahil olmuş, Gürkan ve Ahmet ile de tanışma fırsatımız olmuştu Deniz’den sonra. Konuşmalarından Gürkan ve Ahmet Egeli ve yerli olduklarını ele veriyorlardı fakat Deniz’in konuşması farklıydı biraz. Geçen sürede öğreniyoruz ki Deniz Ankara Hukuk Fakültesinden yeni mezun olmuş, Antalya’da staj yapıyormuş. Ortamlarda ki ‘bir hukukçu ile birlikte iseniz bunu öğrenme süreniz maksimum 5 dakikadır’’ sözünün meşruluğunu anlıyorum.J Ahmet, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimlerde okuyor fakat arkadaşların şivesini dinlemekten keyif alması sebebi ile bir türlü düzeltememiş ege ağzını. Gürkan’ın ‘bu konuşmeyle ne biçim kaymekem olcen sen’ demesiyle gülüştük. Gürkan ise diplomalı işsizlerden. Bu sebepten ötürü ailesinin pazar tezgahında çalışıyor, Yeşilova’nın meşhur kirazını pazarlıyordu. Sohbet koyulaşmış, gençlerin ‘dostlarımız İstanbul’dan gelmiş’ deyip bizi oranın yerlisiyle tanıştırıp dondurma ısmarlamalarıyla iyice kaynaşmıştık. Evimize dönmeden akşama çaya davet etmiştik gençleri. Müsait oldukları taktirde geleceklerini söylemiş, sözleşmiştik.
Çadırımıza dönmüş, akşam için hazırlıklara başlamıştık. Dostum sofrayı kurarken yemeği karıştırıyor, ateşi kontrol etmeye çalışıyor bir yandan da çayın suyunu ayarlamaya çalışıyordum. Google’da ateşin bir sürü tanımına karşılık ‘’ateş: ne büyük nimet’’ diye tanımlamanın en doğru olduğunun kanaatine bir kez daha vardım. Kızıl sıcaklık, medeniyet…
Gün batıyor, bugün de böyle batsın dercesine. Günü ve çayı demlemiş, ateş başında çayımızı içiyorduk. Çerezler eşleğinde olan muhabbet dostumun sözleri ile devam etti:
-Müsait olsalardı kesin gelirlerdi
-Bence de gelirlerdi
-Yarın görelim onları gitmeden
-Muhakkak. Hem yarın pazar varmış, şu meşhur kirazlardan alalım biraz.
Ay tepede, mahzun. Güneş gibi göz kamaştırmayı bilmez, poz vermezdi. Çok da güzel çıktığı sayılmazdı, fotoğraflarda. Ama çıplak gözle o kadar güzel duruyordu ki. Aradım, yoklukta varlığı. Gecede ay’ı. Buldum, yoklukta varlığı. Gecede ay’ı.
Gece yarıya doğru yaklaşmış üç genç belirmişti, ilerden. Bir tuhaflık olduğu belliydi. Ellerindeki siyah bir poşette şakırdayan cam seslerinin ne olduğunu anlamamız çok vakit almadı. Geçmiş kamplardan, kampçıların çoğunun ne yazık ki alkol aldığını biliyorduk. Elimizde duran çayda ısrarlı tavrımızı gördüklerinde, ellerinde bulunanlarla birlikte siyah poşeti çöp konteynırına boşaltmış, birkaç yudum almışlardı samimiyet kokulu çaydan. Hiçbir şey tesadüf olamazdı değil mi? Birkaç saatte bize bu kadar ısınan insanları boş çevirmek, en büyük boşluk değil miydi? Anlattık dilimiz döndüğünce, çayın da aslında iyi kafa yaptığını. Gençler, O’nun lütfuyla birkaç günahımızı affettirmemize sebep olmuşlardı belki de. Ahmet’in babaannesinin, her şeyde var bir hayır yavrum, sözlerini hatırlatmasıyla diğerlerinin tasdiki bir oldu. İyi ki tanış olmuşuz, kendimize dile getirmeye çekindiğimiz hakikatleri uzun zaman oldu bu kadar net duymayalı demeleriyle bir çay daha dolduruyoruz gecemize. Geriye dönüp baktığımızda biriktirdiğimiz dostluklar kaldı. Farklı bir gece olmuştu, belki de olması gerektiği gibi. ‘Olmuş olan, olanların en hayırlısıdır.’ sözünü hatırlatırcasına.
Gecenin bir yarısı kalkıp, vakti giren namazı kıldıktan sonra çadırımıza döndük. Sabahın olması an meselesi. Gün doğumunu izlemek için saatleri kurmuş fakat biyolojik saatimiz alarm çalmadan uyandırmıştı bizi. Çadırımızın kapısını açınca gördüğümüz manzara karşısında hayrete düşmüş, fotoğraflamıştık. Buram buram şiir kokan bir fotoğraf… Her fotoğraf bir şiirdir aslında. Kadrajın, duyguların; manzara, kağıdındır. Hele deklanşöre basışın var ya, kalemin kağıtla buluşmasıdır. İşte o an hayata nasıl bakıyorsan öyle bir fotoğraf çıkar ortaya. Diğerlerinden farklı olarak doğumu fotoğrafladık.
Kahvaltımızı Yeşilova’nın meşhur kıymalı tostu ile yapmak için eşyalarımızı toplayıp ilçe merkezine doğru hareket ediyoruz. İlçede esnafla sohbet ediyor, ilçeye olan turist akınından memnuniyetlerini dile getirmelerini bekliyorduk. Yapılan sohbetlerden sonra, galiba bu insanlara haksızlık ediyoruz, düşüncesi hakim olmuştu zihnime. Beş bin nüfusuyla bizden önce mutlu, şirin bir yermiş burası. Fakat gelen yabancılarla Salda’nın eşsiz doğasının kirletildiğini belirtiyorlar. İnsanoğlu işte… Tek bir otel olmayan göl etrafı birkaç yıla kalmaz oteller ile dolup taşar. Hiçbir şeyin bu kadar temiz olmayacağının teminatını verircesine…
Denizli, Manisa, Balıkesir… Dost ziyaretleri üç günün sonunda bitmiş, kendimizi Bandırma-Yenikapı feribotunda bulmuştuk.
Aldık yine evimizi sırtımıza, düştük yine yollara. Dönüş, yabana.
Söz&Kalem - Murat ÇÖKLÜ