Kazanırlarsa Kaybedecekler

Kazanırlarsa Kaybedecekler

Dikildikten saatler sonra gözlerini açtı. Henüz ufacıktı. Fidan bile denemezdi. Toprak Ana’nın sütü olan su ile beslenmeye başlamıştı. Her bir yudum, feraha ve felaha ulaştırıyordu minik fidanı. İçtikçe diriliyor ve etrafında olan bitene tanıklık edecek bilince varıyordu. Etrafında akranı olan onlarcası vardı. Kim bunlar diye merak ederken kulakları dolduracak bir ses işitti.

"Hoşgeldin!"

Bu Toprak Ana'nın sesiydi.

"Ben kimim, siz kimsiniz?" diye sordu sorusunu ortaya.

"Ben Toprak Ana, bunlar da aynı kaynaktan beslenen kardeşlerin. Sen ise muhtemel müstakbel cellatlarının nefesisin" cevabını işitti. Kendisi hariç diğerlerini tanımıştı artık. Muhtemel müstakbel cellatlarının nefesi... Anlayamamıştı şimdilik.

Bizim fidan, fidanca bir saflıkla mutluydu. Ancak etrafında kocamış ağaçlar aynı duyguya sahip değillerdi. Farkındaydı. Sebebini hiç sorgulamadan her sabah erkenden uyanır, Toprak Ana'dan beslenir, güneş ile hasbihal eder, akranları ile oynar, Toprak Ana'nın hikâyelerini dinlerdi. Her ne kadar Toprak Ana'nın hikâyelerini gözünde canlandıramasa ve fehm edemese de dinlemekten haz alıyordu. Zira arkadaşları ile beraberdi ve mutluydu.

Toprak Ana sürekli iki ayaklılardan bahseder dururdu. Bulundukları ormandaki yırtıcı hayvanlardan daha yırtıcılarmış ve kendilerine zarar vermeleri kuvvetle muhtemelmiş. Kendilerinden daha akıllı olmalarına rağmen o aklı kullanmaya kimi zaman imtina ederlermiş. Kimi iki ayaklılar ceplerini doldurmak için, kimisi bilinçsizce, kimisi de keyfinin emrine uyarak "kendilerine" zarar veriyorlarmış. Dikkat etmek gerekirmiş. Gerçi isteseler de kendilerini vahşi iki ayaklılara karşı koruyamazlarmış ama yine de bir olmaları gerekirmiş. İki ayaklılar bizim sayemizde yaşıyormuş ama canımıza korkusuzca kast edebiliyorlarmış. Besle iki ayaklıları, oysun gözünü...

Bu hikâyeleri dinleyen bizim fidanın en anlamadığı kısım hep son kısım olurdu. "Besle iki ayaklıları, oysun gözünü."

Bu söz Toprak Ana'nın meşhur sözlerindendi. Ormanın en koca ağacı Odun Bey'in gölgesinde gölgelenen iki ayaklılardan duyduğu bu sözü kendince yenilemiş, bu hale getirmişti.

...

Bizim fidan büyüdükçe bazı şeyleri görmeye başlıyordu. Etrafındaki ağaçları tekmeleyen, piknik dönüşü bütün pisliğini ardında bırakan, fütursuzca Odun bey'in kollarını kıran akıllı(!) iki ayaklılar...

Bir gece fidan uyurken, damarlarında akan kan bütün hücrelerine bası uyguluyormuşçasına bir ağrı ile uyandı. Gözlerini açtı. Ve bir de ne görsün. Henüz kendisi gibi küçücük bir iki ayaklı, fidanın kollarından birini kırmış ve güle oynaya yoluna devam etmiş bir vaziyetteydi. Acı, kahır ve sinir ile başladı ağlamaya fidancağız. Ama ne çare. Toprak Ana haklıydı. Gücümüz yetmiyordu. Bizden akıllı, bizden güçlü ama bizsiz bir hiç hükmünde olan iki ayaklılar yapıyordu yapacağını.

 

Ormanda sadece Toprak Ana, fidan, arkadaşları ve Odun Bey yoktu. Hareketli canlılar olan "akıllı akılsızlar" da vardı. Ne birbirlerine ne de fidan ve arkadaşlarına zarar vermezlerdi. Akılları yoktu ama akıllılardı. Kimisi Toprak Ana'nın koynunda, kimisi Odun Bey'in kolunda, kimisi bizim fidanın boynunda yatar ve yaşardı.

Fidan onların dilinden anlamasa da onların da hikâye saatlerinde onlara kulak misafiri olmaya çalışırdı. Hikâye aşığıydı fidan. Korkunç hikâyelerin bir gün gerçekleşeceğini bilmeyen bir masumlukla...

Bir gün fidanın boynuna tırmanan bir 'akıllı akılsız' fısıldamaya başladı fidanın kulağına. "Ben solucan. Bu ismi bana iki ayaklılar koydu. Bizi katledecek olan iki ayaklılar..."

Hayretlere boğuldu bizim fidan. Solucanın kendi dilinden konuşmasına mı şaşırsın, solucanın cümlesine mi? Nasıl anlıyordu solucanı ve iki ayaklılar bizi katletmeye mi geleceklerdi? Kafasında soru üstüne soru beliren fidan silkelendi ve konuşmaya başladı solucanla.

-Nerden biliyorsun dilimizi?

+Bu ormanda sizin dilinizi sadece ben bilirim.

-Kim bizi katledecek?

+İki ayaklılar

-Ama neden?

+Çünkü biz onlara lazımız, ama özellikle de siz.

- Ne zaman peki?

+Sabaha karşı.

-Bunu nerden biliyorsun?

+Bu ormanda iki ayaklıların da dilinden sadece ben anlarım. Sizi kesip bizi yurtsuz bırakacaklar.

Kulaklarına inanamıyordu fidan. Küçücük bir solucan nelerden bahsediyordu öyle. Şimdiye kadar kolu çokça kırılmıştı, hatta gözü bile oyulmuştu ama ölmeyi hiç tasavvur etmemişti. Henüz küçüktü. Ölmeye hazır değildi. İçindeki enaniyet, "ölecekse kocamış Odun Bey ve arkadaşları ölsün, ben henüz çok küçüğüm" diyordu. Solucan usulca boynundan aşağı süzüldü ve ayrılırken son kez bakarcasına dönüp "elveda" dedi minik fidana.

Korkmuştu, sarsılmıştı, tâkatten düşmüştü.

Saatler geçiyor ancak gözüne uyku girmiyordu. Ne olacaktı sonu, sonları? İki ayaklılar neden bunu reva görüyorlardı onlara. Sorular beynini patlatırcasına birikiyordu zihninde.

Toprak Ana'ya seslendi:

-Duydun mu Ana, geleceklermiş.

+Biliyordum evlat, biliyordum.

-Ne yapmalıyız?

+Sabaha karşı testere, satır ve bıçaklarla bize saldıracaklar. Nefes bulma ümidiyle nefeslerini kesecekler. Bize savaş açacaklar ama unutma ki KAZANIRLARSA, KAYBEDECEKLER!

Söz&Kalem | Hüseyin Gülsever

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ