Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Yalçınkaya
Ben Turan Yavaş.
Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde, 8 çocuklu bir ailede dünyaya geldim. Henüz ortaokula giderken, oturduğumuz mahalledeki camide verilen Kur’an derslerine katılıp Kur’an’a geçtim ve dinimi öğrenmeye başladım. Ama ne gariptir ki biz İslam’ı öğrenip yaşamaya ve anlatmaya çalıştıkça kimileri rahatsız oluyor ve çalışmalarımıza engel olmak için uğraşıyordu. Öyle ki gün geçtikçe baskılar çoğalmaya ve tahammül edilemeyecek bir hal almaya başladı. Ama ne fayda! Bizler bir kere imanın lezzetine varmıştık ve asla da ondan vazgeçmeye niyetli değildik. Bir camiden kovulunca diğerine, orda da istenmeyince bir başkasına koşup gençlerimize Allah’ı ve peygamberini anlatıyorduk. Bizlere diş geçiremeyeceğini anlayan şer odakları, bundan sonra dozajı artırıp tehditlere, şiddete ve gözaltılara başladı. Kimimiz Bilal-i Habeşi olup işkencelere maruz kaldı, kimimiz de Yusuf olup zindanlara merhaba dedi. Ve bir de Rabbimizin en yüce makamlarına layık olarak şehit olanlarımız vardı. Ve günlerden bir gün, bayramlardan Kurban’dı. İbrahimî sadakatin ve İsmailî teslimiyetin buram buram kokusunu duymuştuk Diyarbakır sokaklarında. Bir parça ete, bir sıcak tebessüme muhtaçlara giderken üşüştü tepemize zamanın akbabaları. Saldırı altındaydı kardeşler, yardıma koştuk hep beraber. Sırtımızdan vurmak, korkaklara yakışanıydı. İsmail'i kesmeyen bıçak, bugün bir mermi olup bizi de öldürmemişti. Ölmemiştik çünkü Allah’ın vaadi ve müjdesiydi şehitlik.
Ben Hasan Gökgöz
Sahabeler şehri Diyarbakır’da açtım dünyaya gözlerimi. Peygamber aşığı bir babadan, Kur’an sevdalısı bir anneden aldım terbiyemi. Onlar ile tanıdım İslam’ı. Ve bağlandım hablullaha sımsıkı, bir daha bırakmamacasına. Tutmuştum artık Allah’ın ipinden, o beni nereye götürürse ben de onunlaydım. Gah Beytullah’ta küçük Kur’an bülbülleriyle, gah bir yetimin sofrasına taşınan bir gıda kolisinde, gah Allah’ın adının zikredildiği mekanların muhafaza ve müdafaasında... Yolumuz dikenliydi ve bizler ayaklarımızdan ve dahi canımızdan geçmiştik. Ölüm gelecekti elbet bir gün, o halde neden Allah için olmasın diyerek meydanlarda direnişteydik her an. Aziz ve mübarek bir bayram gününde, ölümün soğuk yüzünü Amed sokaklarında gördük arkadaşlarla. Biz bu yüzü iyi tanıyorduk ve o da bizi. İlk darbe ve Rahman’a kavuşmanın huzuru geldi gözlerimizin önüne. Bu kadardı işte. Dünya zindanımız bitmiş, ahiret saadetimiz başlamıştı böylece.
Ben Riyad Güneş.
Diyarbakırlı bir ailenin madden yoksul fakat manen varlıklı hayatında başladım bu dünya imtihanına. İmtihan zor ve çetindi lakin inancımızla ve İslami değerlerimizle olan münasebetimiz, bu yolda bizim en güzel ve büyük azığımızdı. Gün oldu geçimle sınandık, gün oldu inancımızla. Ama eğilmedik, dik bir duruşla zalime karşı koyduk. İmanından dolayı eza ve cefa çeken Peygamberimiz ve ashab ve eşhad, yollarımızı bir kandil gibi aydınlatırken, karanlıkta kalmamız düşünülemezdi zaten. Dedim ya işte, yoksulluk bir kere yapışmıştı üstümüze, bundandır ki kimseler başka bir şey yakıştırmazdı bize. Halbuki unuttukları bir şey vardı, ben nesillere ve çağlara ulaşan en yüce çağrıyı, şehitliği yakıştırmıştım kendime, ma zorladır? Ezeli ve ebedi takdirin tecelli edeceği gün gelip çatmıştı. Nice ashabın ve şehidin Rabbine yürüdüğü sokaklardan biz de geçiyorduk sadakatle ve aşkla. Elimizde, mazlum ve mağdurların beklediği paylar ile sıkıştırdı bizleri zalimler binalara. İnsan vasfıyla yaratılanların, esfele safiline döndüğünü gördük gözlerimizle. Ve geldiler üzerimize. Ne kurşun ne de bıçak dindirdi öfkelerini. Ne binaların altıncı katları ne de yaktıkları benzin söndürdü kinlerini. Allah’ın vaadi haktı, bir sinek ısırığı kadar yandı canımız ve sonra ebedi istirahatgaha açılan gözlerimiz.
Ben Hüseyin Dakak
Yaşadıklarımı size anlatacak kadar yaşamadım şu dünyayı. Mecazen değil gerçekten söylüyorum bunu. Daha 19’umdaydım. Hayatımı Allah’a, anneme ve Kur’an dersi verdiğim öğrencilerime olan sevgimle sürdürüyordum. Onlar için vardım sanki fani dünyada. Mesaim biter bitmez, İslam’ı anlatacak olmanın heyecanı ile öğrencilerime koşar, onlarla geçen zamanın farkında dahi olmazdım. Kulaklarım her zaman, “Hüseyin hoca, bize bisiklet alacak mısın?” sorusu ile çınlardı. En çok Hadis-i Şerif ezberleyene hediye edeceğim sözünü vermiştim bir kere. Biriktirdiklerim ile bir bisiklet aldım ve karşılığında gülen gözlerim, mutlu gönüllerin sahibi oldum. Masum ve günahsız olduğuna inandığım o çocuklardan helallik dilerdim, ve hep “bir gün ben de şehit olacağım.” derdim. Kurban Bayramının dördüncü günüydü. Beyaz bir gömlek vardı üzerimde, Riyad abi ve Turan abi ile karşılaştım Kurban kesim alanında. Turan abi, “bu ne yakışıklılık Hüseyin’im” deyince ben de “her zamanki halim abi” diye latife ettim. Ne bilirdim ki o gün o bembeyaz gömlek, vahşi sırtlanların dişleri ile al kanlara boyanacaktı. Misafiri oldum ben de kursağında yeşil kuşun, Alemlerin Rabbinin...
Ben Yasin Börü
Çok geçmişim yok bu dünyada. Yalan dünyadan, gerçek güzellikler devşirmeyi şiar edinerek yeşermeye başlayan tazecik bir fidandım. On altı yaşımın, Kurban Bayramının dördüncü günüydü. Ancak hala evine et girmeyenler vardı. Ya Allah dedik. Ve kolları son bir kez sıvadık arkadaşlarla. Kurban Bayramının son gününün, hayatımızın son günü olacağını bilemezdik. Zaten bilseydik de o yoldan geri dönmezdik. Yüklendik payları, yürüdük yolları, çaldık kapıları. Biz hayra yürürken, şerre yürüme emri vermişti birilerine, bazıları. Yakın, yıkın, katledin demişlerdi. Birileri haber vermişti canilere. Gelin, buradalar demişti. Kısa zamanda bastılar bulunduğumuz evi. Elimizde sahibine ulaşmamış etler vardı. Canımızı kurtarmamız da gerekti. Zalimin gözü dönmüş, bizi ne şekilde olursa olsun katledecekti. Bir mermi ve 15 bıçak darbesi ile yetinmeyip balkondan aşağı attılar beni. Yere yıkılan bedenimi yaktılar, ezdiler, parçaladılar. O kadar ki anacığım beni ayağımdaki ben'den tanıyabildi. Bizi toprağa gömdüler; tohum olduğumu bilmiyorlardı. Biz şehit olduk, ardımızdan binlerce Yasin geldi, oldu, doğdu.
Ben Cumali Güneş
Kendimden bahsetmekten pek hoşlanmam aslında. Fakat anlatacaklarım, beni ve benim gibi şahit olan kardeşlerimi tanımaya vesile olacaksa anlatırım seve seve. Benim de doğduğum ve birçok güzelliklere doyduydum yer Diyarbakır. Bu maneviyatla bezenmiş şehir hakkında ne söylesem nakıs kalır. Bağrından nice Said’ler, Hüseyin’ler, Edip’ler çıkardığını herkes bilir. Burada aldım İslam’ın kokusunu, kardeşliğinin tadını. Ve burada gördüm ahlakın, hoşgörünün örnekliğini, birlikte yaşayabilmenin mümkünlüğünü. Ve ne acıdır ki yine burada gördüm İslam’ın aziz evlatlarını şehit eden eli kanlı katilleri, sokaklara salınıp vahşice saldıranları, hunharca talan edenleri. Küslerin barışıp dargınların konuştuğu, çocukların sevinçle koşup eğlendiği, yaşlılara hürmet edilip saygı gösterildiği günler olan bayramlardan bir bayramın son günüydü. Ne yazık ki bu bayramda bunların hiçbiri yoktu. Gökyüzü simsiyah, yeryüzü kıpkırmızı olmuştu. Duramadım evde ve çıktım sokağa, yetiştim yardıma muhtaçlara. Bir anlık bir sessizlik ve vücudumda dolaşan sıcaklık. Yola çıkan kervana katılıp geride bizi sevenleri ve yolumuzu sürdürecekleri bıraktık. Evet, bahsedecek pek şey yok dedik ama son olarak söyleyelim: Allahaısmarladık.
SELAM TÜM ŞEHİTLERE!