Kur’an-ı Kerim Neden Bir İnsan Eseri Olamaz?

Kur’an-ı Kerim Neden Bir İnsan Eseri Olamaz?

Mustafa Gözel | Söz&Kalem Dergisi

Askerde acemi bir er düşünün. Bu acemi er askere gider gitmez, tabur komutanın odasına gidip, makam masasına oturuyor ve gelen evrakları imzalıyor, emirler çıkarıyor, yasaklar çıkarıyor. Kimse de bu erin, aslında acemi bir er olduğunu ve tabur komutanı olmadığını fark edemiyor. Onun çıkardığı emirler ve çıkardığı yasaklar kimseye tuhaf gelmiyor ve bu durum askerlik bitene kadar sürüyor.

Sizce de bu hikâye tuhaf değil mi?

İşte (haşa) Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in de bu kitabın yazarı olduğunu iddia etmek de aynen bu misal gibidir. Hz. Muhammed (s.a.v) şayet bu kitabı kendi eliyle yazmış veya yazdırmış olsaydı elbette bu durum yıllarca sürmeyecek ve bu gerçek elbette gün yüzüne çıkacaktı. Oysa tam aksine her yıl yüzlerce insanın bu kitabın mucizelerinden dolayı İslam’ı seçtiğini görüyoruz. Herhalde niçbir insan, kendisi gibi bir insanın yazdığı bir kitap için kolayca din değiştirmez, değil mi?

Kur’an’da Hz. Muhammed (S.A.V)’in İsmi Diğer Peygamberlere Nispeten Çok Az Geçmektedir

Kur’an’ın, Allah kelamı olmadığını iddia edenler, genelde Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.v)’in kelamı olduğunu iddia ederler. Peki, nasıl olabilir de (haşa) Hz. Peygamber kendisi bir kitap yazacak ve sırf bu kitap sebebiyle her türlü eziyet, iftira ve işkenceye maruz kalacak, evinden, yurdundan kovulacak ve bütün bunlara rağmen o kitapta sadece 4 defa “Muhammed”, 1 defa da “Ahmed” olmak üzere ismi 5 defa geçecektir. Hâlbuki o kitapta Yahudilerin kendi peygamberi olduğunu iddia ettikleri Hz. Musa’nın ismi 136 defa geçmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in tüm hayatı ortadadır. Kendisi bu kitap sebebiyle her türlü eziyete maruz kaldığı halde, onun çekmiş olduğu eziyetler sayfalarca bu kitapta yer alması gerekmez miydi? Fakat kendisinin çekmiş olduğu eziyetler ve kendisine atılan iftiralardan çok, Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in, Hz. Harun’un ve Hz. Yusuf’un hayatlarına daha çok yer verildiğini görüyoruz.

Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu dönemde,  dönemin Mekkeli ileri gelenleri başta olmak üzere Arap yarımadası putlara tapmaktaydı. Hz. Muhammed’in teşkilatlı ve savaşa hazır bir ordusu da bulunmuyordu. Kendisi de savaşçı olarak yetişmemiştir. Nasıl oluyor da güç bakımından zayıf bir durumda iken, Mekkelilere eleştiri dolu ayetler yazabilir? Mantıken düşündüğümüzde tam aksine onlara övgü dolu veya onların aleyhinde olmayan ayetler yazması gerekmez miydi? Böylece hiçbir eziyete, işkenceye ve öldürülme riskine de maruz kalmak durumunda kalmazdı.

 

Bu Kitapta Hz. Muhammed (S.A.V) İkaz Ediliyor

“Yanına kör bir kimse geldi diye (Peygamber) yüzünü asıp çevirdi. Ne bilirsin, belki de o arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.” (Abese/3-4)

“Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin? (Tevbe/43)

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Münafık olan Abdullah b. Übey’in cenazesi ile ilgilenmiş, gömleğini vermiş ve cenaze namazını kıldırmıştır. Bunun üzerine şu mealdeki ayet nazil olmuştur:

“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” (Tevbe/84)

Şayet (haşa) Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.v)’in eseri olmuş olsa neden kendi eserinde(!) kendisine yönelik ikazda bulunsun, tam aksine kendisine yönelik iltifatta bulunması gerekmez mi?

 

Kur’an, Bu Kitabın Bir Benzeri İçin Meydan Okuyor

Bilindiği üzere, Hz. Muhammed (s.a.v) bu kitaptan önce de konuşuyordu ve konuşma stili biliniyordu. Bu kitap indikten sonra da konuşuyordu; onun sözleri bugün hadis olarak elimizdedir. İslami okuma yapanlar veya Arapça dil gramerini bilenler, Kur'ân dili ile hadislerin dilinin ne kadar farklı olduğunu hemen anlarlar. 

Hz. Muhammed’in hayatına gerek İslami kaynaklardan gerekse de gayri İslami kaynaklardan baştan sona baktığımızda O’nun şair bir insan olmadığını ve hatta onu büyüten annesi, dedesi ve amcasının da şair insanlar olmadığını gözlemleyebiliyoruz. Hatta hadislerin üslubuna baktığımızda pek de şiirlerin olmazsa olmazı olan kafiye veya redifi bulamayız. Oysa kendisi peygamberliğini ve kendisine Allah tarafından bir kitabın indiğini ilan ettiği dönemlerde, Mekkeliler şiirde ve edebiyatta had safhadaydı. Şiirde tam ustalaşmış ve diğer ülkelere karşı da bu anlamda büyük başarılar elde etmişlerdi. Onların şiirde ve edebiyatta bu kadar güçlü olduğu bir dönemde, Hz. Muhammed (s.a.v) ise şiirle pek alakası olmadığı halde nasıl olabiliyor ki onlara bu alanda meydan okuyabiliyor.

“De ki: Bütün insanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı ve destek olsalar, bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler, bir benzerini meydana koyamazlar.” (İsra/88)

“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın!” (Hud/13)

 

Kur’an’daki Matematiksel Mucizeler

İslam ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in tarihine baktığımızda Kur’an’ın bir bütün olarak değil, parça parça nazil olduğunu görürüz. Yani bu kitabın bir seferde oturulup yazılmadığı gün gibi ortadadır. Kur’an-ı Kerim’in 23 yılda nazil olduğu da bilinen bir gerçektir.  Ayrıca Kur’an’da çoğu kez bir konu tek bir surede ve tek seferde anlatılmaz. Mesela bir surede bir peygamberin hayatından bir pasaj verir. Başka bir surede o peygamberin hayatının başka bir evresinden bahseder. Yani olayları bütünsel olarak değil, önem sırasına göre parça parça ele almıştır.

Mesela Kur’an’da ‘cehennem’ kelimesinin 77 defa, ve onun zıddı olan ‘cennet’ kelimesinin de 77 defa geçmesi, ‘dünya’ kelimesinin 115 defa, onun zıddı olan ‘ahiret’ kelimesinin de 115 defa geçmesi, ‘şeytan’ ve onun zıddı olan ‘melek’ kelimesinin 88 defa geçmesi, ‘kadın’ ve ‘erkek’ kelimeleri 24 defa, ‘sıkıntı’ kelimesi ve onun zıddı olan ‘huzur’ kelimesinin 13 kere geçmesi, ‘iman’ ve ‘küfür’ kelimelerinin 25 defa geçmiş olmasının gerçeği Kur’an’ın bir insan eseri olmadığının en büyük delilidir.

Başta dediğimiz gibi Kur’an bir bütün olarak yazılmamıştır. Mesela 23 yıl önce ‘ahiret’ kelimesi kullanılmış. Yıllar sonra başka surelerde de ‘ahiret’ kelimesi kullanılmış. Ardından ‘dünya’ kelimesi de kullanılmıştır ve hiçbir şekilde matematiksel bir hata bulunmuyor. Bir insan bunu yazmış olsa elbette 23 yıl boyunca yazmış olduğu bir kitapta mutlaka kelimelerin sayısını ve onların zıddının sayısını karıştırır ve her defasında baştan sona kitabı gözden geçirmesi gerekir ki bu da zor bir ihtimaldir. Çünkü nazil olan sureler Hz. Muhammed dışında başka insanların (yani sahabenin) yanında kalıyor. Tek tek o insanları bulup o sayıları değiştirmesi de güç bir meseledir. Mesela bugün piyasada olan ve yıllar önce yazılmış olan bir kitabı ele aldığımızda, onun içinde birbirine zıt kelimelerin sayısının aynı oranda yazıldığını görebilir miyiz?

 

Yaşayan Bir İnsan Hakkında Nazil Olan Tebbet Suresindeki Mucize

Bilindiği üzere Ebu Leheb, Hz. Muhammed’in azılı düşmanlarındandı. Kendisi Peygamberin amcası olmasına rağmen düşmanlığını artırınca, kendisi hakkında Tebbet suresi nazil oldu:

“Ebu Leheb’in elleri kurusun. Kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşe girecektir. Karısı da odun hamalı olarak onunla beraber girecektir. Boynunda da hurma lifinden bir ip olacaktır.” (Tebbet/1-5)

Kur’an, Ebu Leheb ve karısını lanetleyerek kâfir olarak öleceklerini ve cehenneme gideceklerini yıllar öncesinden haber vermektedir. Bu sure indikten sonra Ebu Leheb yedi sene daha yaşadı. Ömrünün sonlarını yatalak hasta olarak geçirdi. Ama küfründe ısrar etti. Ebu Leheb çok sinsi ve zeki bir insandı. Ebû Lehep yalandan bile iman etse bu sûre geçersiz kalacaktı. “Bakın ben inandım, Kur’an (haşa) yalan söylüyor” diyebilirdi.  Hâlbuki bu fikir, ne Ebu Leheb’in, ne Mekkeli müşriklerin, ne de o dönemler kendilerinden akıl aldıkları Yahudi din adamlarının aklına bile gelmemiştir. Nihayet kendisi de kâfir olarak ölmüştür ve Kur’an’ın bir mucizesi daha gerçek olarak tecelli etmiştir.

 

Bilimin Binlerce Yıl Sonra Tespit Ettiği Gerçekler

Kur’an-ı Kerimin insan kelamı olması akıl ve bilim cihetiyle imkânsız bir durumdur. Nitekim Kur’an-ı Kerimin geleceğe dair beyanları, bilimin ve teknolojinin henüz keşfedilmediği dönemde bilinmeyen ve gözükmeyen şeylere dair birçok açıklamaları, onun bir insan eserinin olmadığını gösteriyor.

“Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik. Ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat/47)

Günümüzde evrenin genişlediğine işaret eden pek çok veri vardır. Bunların en önemlilerinden biri, uzak gökadaların gözlemlenmesi ile elde edilen sonuçlardır. Edwin Hubble 1929’da yaptığı gözlemler sonucunda, istisnasız her yöndeki uzak gök cisimlerinin Dünya’dan uzaklaştığını ve Dünya’ya olan mesafe arttıkça uzaklaşma hızının arttığını göstermişti. Daha sonra bu buluşa “Hubble Kanunu” adı verildi.

Görüldüğü üzere Kur’an-ı Kerim 7. yy’da ‘gökyüzünün genişlediğini’ haber ederken, bilim adamları bu gerçeği tüm teknik araçlarla ancak 1929 yılında keşfedebilmişlerdir. Madem bilim bu gerçeği aradan binlerce yıl geçtikten sonra ancak tespit edebiliyorken, nasıl olabilir ki 1400 yıl önce bir insan bu gerçeği yazma imkânı bulmuştur?

 

“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” (Neml /88)

Görüldüğü üzere yüce kitabımız, dağların göründüğü gibi hareketsiz olmadığını, sürekli bir hareket halinde olduğunu bildirmektedir. Dağların bu hareketine, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketi neden olur. Dünyanın kabuğu daha yoğun olan manto tabakasının üzerinde yüzer.

20. yüzyılın başında, tarihte ilk kez Alfred Wegener adında bir Alman bilim adamı, dünya kıtalarının ilk oluştuğunda birbirine bağlandığını, ancak daha sonra farklı yönlerde sürüklendiğini ve böylece birbirlerinden uzaklaştıkça ayrıldığını öne sürdü. Jeologlar Wegener’in ölümünden 50 yıl sonra 1980’lerde haklı olduğunu anladılar.

Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim 7. yy.’da nazil olmuştur. Bu dönemde anne karnını gözlemleyecek ultrason cihazları henüz icat edilmemiştir. Dolayısıyla anne karnında gerçekleşen evrelerden ne Hz. Muhammed ne de o güne kadar hiçbir insan haberdar değildi.

“...Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” (Zümer/6)

Birinci karanlık:

Hücre fazı: Karanlık bir tünel olan fallopda.

İkinci karanlık:

Doku fazı: Anne rahminin iç derisi içindeki karanlık bir ormanda.

Üçünçü karanlık:

Organ fazı: Amnion suyu dediğimiz bir sıvı ile kaplı olan ve deniz dibini andıran bir bölgede.

Ve âyet ekliyor, “İşte ben Rabbiniz olan Allah’ım.”

O dönemde böyle bir bilgiyi hiçbir insan –Hz. Muhammed dâhil-  veremezdi. Ancak bunu ilâhî bir ilim ve bilgi sağlayabilir. Allah âlimdir, tüm bilgilerin kaynağı, sahibi O’dur.

İşte bu Kur'an mucizesi karşısında, bütün ilimler o güzel kelime-i şehadeti getirerek "Allah’ım senin ilmine ve yüceliğine şahitliğini her an görüyoruz" demekle mükelleftir. 

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ