MUHACİR | Öykü

Fırtına gibi öfkeyle bahçeye girdi. Alnından, şakaklarından terler akıyordu. Sarı sıcak bir gün öğleni devirmek üzereydi. Çukurova’da böyle günlerde güneş altında durmak şöyle dursun; gölgede esen rüzgâr bile insanı kavurmaya yeterdi. Ahmet Efendi, evinin avlusundaki divana kendini güçlükle attı. Göğsü öfkeyle inip kalkıyor; durmadan la havle çekiyordu. Zor, çok zor günlerden geçiyorlardı. Dört bir yandan işgal edilmiş memleket, kanla geri alınmış şimdi başka bir zulme düçar oluyordu. Daha şehitlerin kanı kurumadan, kutsallar başka postallarla çiğneniyordu. Ne günlere kalmışlardı.
İçeriden onun geldiğini gören eşi sıkıntılı halini yüzünden okudu. Kilere gitti. Soğuk bir su alıp avluya geldi:
- Hoş geldin! Beyy hoş geldin! Üçüncü seslenişinde kocası ancak bakmıştı. Bir bakışla çok şey anlatmıştı. Yine aynı meseleydi. Yine öfke, hüzün, keder, hayal kırıklığı hep birlikteydi. Bakışlarını yere yıktı. Soğuk suyu uzattı:
- Şehirde kötü bir şey mi oldu? Kötü bir haber mi var? Tasta kalan son suyu hızla içen adam öfkeliydi:
- Bu saatten sonra bize hayırlı bir haber gelmez ki hatun! Çarşının ortasında jandarma durduruyor insanları şalvarı var, fesi var diye âleme madara ediyor. Benim babam, atam böyle giyerdi be insafsız! Kadın elini ağzına kapattı:
- Demee, sana mı etti öyle?
- Bana veya başkasına ne fark eder! Ben de önünden geçseydim bana da ederdi o zulmü. Kaşları iyice çatıldı. Avuçlarını sıkıyordu.
Eşi:
- Muhtar emmi ne dedi? Konuştunuz mu? Umutsuz bir tavırla:
- Ne desin? Mecburuz diyor: “Hökömet böyle garar aldı? Herkes bir şapga alsın, candarma gelince, şehre gedince taharız”. Yani başka çare yok, diyor. Köydeki hainleri unutur tabii.
Konuşurken muhtarı taklit etmişti. Sıkıntılı bir nefes alıp yavaş yavaş verdi. İlerideki asırlık zeytinliklere dalıp gitti. Yüzü dalga dalga değişiyor, gah öfkeyle kararıyor; gah hüzünle ağlamaklı bir hale giriyordu.
Yarım saate yakın hiç konuşmadan oturdular. Birden eşine döndü, sakin kararlı bir sesle konuştu:
- Artık buralarda bize hayat yok bunu anladım. Emma Neuzu Billah gevur gibi yaşayacaksan o başka! Kur’an’ın harflerini istemezler, fesimizi, çarşafımızı, istemezler. Ezanımızı… Yutkundu. Gerisinin getiremedi. Ben Şam’a gideceğim, diye ekledi.
- Nasıl yani? Ev bark ne olacak? Zeytinlikler…
- Satacağım hepsini! Bu gidişle dünyamız abad ama ahiretimiz harap olacak. Ben bu vatanı namahrem çiğnemesin diye cepheye bu sarıkla, bu fesle koştum. Şimdi birkaç kendini bilmez karşıma geçip bana Frenk şapkası giydirmek istiyor. Öfkelendi. Göğüs kafesi hızla inip kalktı. Yanında ağlayan eşine şefkatle baktı:
- Bunda ağlayacak ne var hatun? Orada da bir ev alırım bağı, zeytinliği satınca. Sustu. Baba ata toprağını satmak çok zor geldi. İsteksiz, yavaş bir sesle:
- Dükkân neyin açarım. Mal verdiğimiz insanlar var. Yardım ederler. Dünya geçer gider. Yeter ki ahiretimiz abad olsun. Kadın hem ağlıyor hem ağıt yakıyordu.
- Ah anan, iyi ki yaşamaz da bu günleri görmez! Harbe evin tüm erkeklerini yolladıydı da ah etmediydi. Dul kaldı, bir evladı şehit bir evladı topal geldi; yine de ah etmedi. Şimdi bize ettiklerini görseydi baba ata toprağını terk edip gittiğimizi kemikleri sızlardı:
- Babam da atam da dininin bir şiarı için canlarını seve seve feda ederdiler, ettiler de. Onların yolundan gitmezsem kemikleri sızlar. Bugün dinimize gelen bu felaket bizim basiretsizliğimiz, tembelliğimiz yüzünden oldu. Bak şehirlere sarıklı çarşaflı kaldı mı? Yarın seni diyelim ki hastaneye götürdüm bu zalimler senin çarşafına el atarsa! Toprak üstündekilerin, altındakilere gıpta ettiği gün geldi hatun. Ne edeyim?
- Bütün köyden birkaç kişi evi barkı satıp terki diyar edersiniz. Feyzullah Efendi bile bunca yılın imamı, kesti sakalını çıkarttı fesini. Eşi son kelimeyi üstüne basa basa söylemişti:
- Herkes hesabını Allah’a kendisi verecek. Allah’ın huzurunda kararan yüzü kim ağartabilir. Hem asılan bunca âlim Feyzullah Efendi gibi yapmayı bilmiyorlar mı? Bak onlara! Nerede şerefli şehadet, nerede zilletli dünya hayatı!
Sustular. İkisi de dalgalı bir düşünce denizinde boğulmak üzereydi. Ahmet efendinin kaşları iyice çatılmış, iki kaşının arasında çizgi iyice belirginleşmişti. Belli belirsiz bir sesle:
“Ahh, zillet! Sen ne dar, ne sıkıntılı, ne ağır elbiseymişsin! Ne zormuş seni kuşanmak!” diyordu.
*****
- Ağam nerede? Kapıyı açan kadın, asık bir yüzle karşıdaki tek odayı işaret etti. Delikanlı topallayarak abisinin olduğu odaya gitti. Selam verdi. Ahmet Efendi elindeki kitabı kapattı. Delikanlı öfkeliydi:
- Ağam, zeytinliklerin yarısını Hamdi şerefsizine satmışsın! Cakasından geçilmiyor. Ahmet’in zeytinliğini haraç mezat aldım diyormuş. Abisi sakindi:
- Densizin biri bilmez misin? Doğru, sattım ama haraç mezat değil. Anca bu fiyata alıcı bulur. Yusuf’um burada kalırsak ya izzeti ya zilleti seçeriz. Kalırsak frenk şapkası takacağız, hatunların çarşaflarını çıkaracağız, mushaflarımızı ahırlara saklayacağız. Şimdi gidelim Allah’ın zalimlere verdiği mühlet elbet bitecektir. O vakit biz de vatanımıza geri döneceğiz. Bu zalimler Müslüman topraklarında geçici; İslam bakidir.
Ahmet Efendi, kardeşine şefkatle baktı. Boyun bükmüştü. Harp gazisiydi. Topallığı neredeyse çocuk yaşta girdiği kurtuluş harbinden kalmaydı. Hayatta kalan tek kardeşiydi. Çok az iş yapabiliyordu. Bu yüzden de ailesiyle birlikte ona ağabeyi bakıyordu. Duydukları onu sakinleştirse de hoşuna gitmedi. Uzunca konuştular:
- Allah’ın arzı geniştir ağam! Ne karar versen başımla beraber dedi en son. Ayağa kalktı. Abisi de kalktı. Ona sarıldı:
-Yiğidim, peygamber Mekke’den hicret ederken isteyerek mi gitti. Bir yerde Müslümanca yaşayamıyorsan oradan hicret vacip olur. Merak etme Allah bizimle beraberdir.
- İnşaallah ağam!
Şam yolcuları sabah namazından önce kalkmış son hazırlıklarını yapmışlardı. Kaynayan çorbadan birer tas içen erkekler; eşyaları yüklemeye çıkmışlardı. Kadınlar çocukları ayıltıp karınlarını doyurmakla meşgullerdi. Öteberi iyice toplanınca küçük kervan yola çıkmaya hazırdı. Birkaç hısım akraba kapıda toplanmıştı. Kadınların gözleri yaşlı; erkeklerin ağzını bıçak açmıyordu. Ağır bir hüzün her yere sinmişti. Havaya, toprağa, çehrelere ve bakışlara… Katırların yularından tutan iki kardeş, toplanan birkaç köylüyle helalleşti. Yola koyuldu.
Hayvanlara bile sirayet eden zoraki kırgın gönülsüzce bir gidişti. Memleketlerindeki son anlarını uzatmak ister gibi yavaş yavaş ilerliyorlardı.
Kervan yüzünü Şam’a sırtını vatanına dönüp giderken arkalarında muhtemelen son kez işittikleri Feyzullah Efendinin sesi onları uğurluyordu. Bu ses Çukurova semalarında yabancı kaldığı kadar, asırlardır İslam’ın sesleriyle harmanlanan bu toprakların da insanının gönlüne de ulaşmadı. Havada uçuşan bu ucube ses, kulaklarının önünden geçti gitti. Ahmet Efendi bunu Ebrehe’nin, Kâbe’nin itibarını düşürmek için inşa ettiği tapınağa benzetir, tapınak sahiplerinin nasıl yenildiğini hatırlar umutla dolardı.
Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim Tanrı'dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim Tanrı'dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim Tanrı'nın elçisidir Muhammed
(1925 yılında Çıkarılan Kılık- Kıyafet kanunu ve birçok yasak sonrasında sarık/fes takmak, şalvar giymek, çarşafa bürünmek yasaklamış ve jandarmalar baskı yapmaya başlayınca Kilis, Gaziantep, Urfa ve Hatay, Adana ve daha birçok ilde ikamet eden dindar Müslümanlar baskılardan bıkmış, aileleriyle birlikte gizlice Suriye sınırını aşarak Şam’a yerleşmişlerdir. Şam’ın dış kısımlarında tepelik bir yerde mahalle kurmuşlardır. Türklerin Mahallesi (Hayyü’l-Etrak) denilen yerlerde şimdi bile onların torunları yaşar. Ahmet Efendi onlardan yalnızca biriydi.)
*Detaylı bilgi için bk. Şam’da bir Türk Mahallesi, Seyhan Çağlar EMEN, Tarihistan.org
Söz&Kalem Dergisi | Meryem Varol
2 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...