Saddam’ın Topu

Saddam’ın Topu

Muhammed Kaya | Söz&Kalem Dergisi

     Belli aralıklarla yükselen gök gürültüsünün eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Yeryüzüne hızla inen ve birbiri ardına düşen damlalar insana şefkat, merhamet ve sükuneti hatırlatıyordu. Bu sesler aynı zamanda duruluk, durgunluk ve huzur veriyordu. Kâinat; ışığı, sesi, sureti ve dengesiyle; sevgi, tevazu, saadet ve huzur içindeydi.

      Aile üyeleri evin iki oda genişliğinde olan sofada toplanmışlardı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sessizlik devam ettikçe ortalığı saran gergin hava da artıyordu. Herkes tedirgin ve endişeliydi. Dünya başlarına yıkılmış da yıkılan dünyanın enkazını seyrediyorlarmış gibi. Ev sahibi Celal, kimseye aldırış etmeden sigara üstüne sigara yakıyordu. Açık bırakılan iki pencere fayda vermiyor, sigara dumanı inatla duvarlardan tavana yükseliyordu. İçlerinden biri konuşmaya başlasa bu gergin ortam dağılabilirdi. Ama beli ki kimse Celal’i karşısına almak istemiyordu. Çünkü Celal orada bulunanları öfkeyle susturmuş “İmam gelene kadar kimse tek kelime etmesin!” demişti. Celal’in yuvası yıkılmanın eşiğine gelmişti. İki gün önce karısı Ayşe ile köylülerin tabiriyle çok büyük kavga etmişlerdi. Kavga önce basit bir nedenden dolayı başlamış, sonra büyümüş ve karı koca boşanmanın eşiğine gelmişlerdi. Aileler araya girmiş girmesine ama ne Celal ne de Ayşe barışmaya yanaşmamışlardı. Kavga yakında yapılacak bir akraba düğünü için verilecek hediye ile başlamıştı. Celal çeyrek altın, Ayşe de yarım altın diye tutturmuştu. Orta yolu bir türlü bulamamışlardı. Sonunda karısının ısrarına kızan Celal birinden borç alıp yarım altını almış ve eve gelir gelmez öfkeyle masaya fırlatıp söylenmeye başlamıştı. Tabi kadında bu harekete kırılmış ve tartışmaya başlamışlardı. Tartışma büyük bir kavgaya dönüşmüş ve her iki taraf da birbirlerine küsmüştüler. Celal’in amcası durumun kötüye gittiğini görünce Karaağaç köyünün İmamını -bu köyün imamı işleri olduğu için şehre gitmişti- arabuluculuk yapması için çağırmıştı.

     Sessizlik, kapının vurulmasıyla bozuldu. Ayşe’nin kardeşi Kenan kapıya yakın olduğu için koridora fırladı. Kapıda başında yeşil takkesi olan genç bir adam vardı. Kenan “Buyurun Hocam” deyip yer gösterdi. Genç adam içeri girince herkes ayağa kalktı. Yukarı köşeye oturması için yer gösterdiler. Kısa bir hal hatır faslından sonra ortalık yine sessizliğe gömüldü, ama bu defa herkes imamın konuya girmesi için susmuştu. Genç adam tüm bakışları üzerinde yoğunlaştığını görünce çekinerek başını önüne eğdi. O da diğerleri gibi susuyordu. Herkes birbirine anlamsız bakışlar atıyordu. İmamın neden sustuğuna kimse bir anlam verememişti. Bu adam arabuluculuk yapmaya gelmemiş miydi? O halde neden susuyordu? Acaba bu suskunluk arabuluculuğun bir taktiği miydi? Celal ile yanında oturan ağabeyi Mustafa kısık sesle bir şeyler konuştular. Daha sonra Mustafa toparlanıp “Hocam! Telefonda size konuyu kabaca anlatmıştım. Biz işin içinden çıkamadık. Siz İslam’ı bilen bir insansınız. Bu durumda ne yapmak gerekiyor?” diye sordu. Genç adam şaşkın gözlerle etrafı süzdü. Hocam denmesi garibine gitmişti. Daha sonra meseleyi hemen kavradı ve gülmemek için kendini tutarak “Kusura bakmayın kendimi tanıtmadım. Ben, buraya çağırdığınız Abdullah Hoca’nın köylüsüyüm. Şehirden köye dönüyordum. Abdullah Hoca bana telefon açıp buraya gelmemi söyledi. Onu buraya getirecek olan kişi şehre gideceği için yol üstü buraya bırakacak ben de Hocanın buradaki işi bittikten sonra onu alıp köye gideceğim,” dedi. İmam sandıkları gencin imam olmadığı anlaşılınca herkesi bir gülme tuttu. Celal hariç, o hala çok sinirliydi. Gülüşmeler artınca Celal, genç adama kaşlarını çatarak “Madem imam değilsin o halde oradan kalk da bu tarafa geç” dedi ortalarda bir yer göstererek. “Şimdi imam geldiğinde oraya oturacak.”

     Genç adam bu defa gülerek Celal’in gösterdiği yere Kenan’ın yanına oturdu. Bu hadise ortalığı biraz neşelendirdi. Ayşe elleriyle ağzına kapayarak gülüyordu. Bir an Celal’le göz göze gelince yüzünü ekşitip önüne döndü. Celal’de başını iki yana sallayıp “Tövbe, tövbe,” dedi sitemle.

        Kimse konuşmuyordu ama sofada bir neşe hakimdi. Biraz sonra kapı tekrar çalındı. Kenan yine fırladı, içinden “İnşallah bu defa gerçek imamdır.” diye geçirdi.

      Kapıda duran yaşlı adam selam verdi. “Siz imam mısınız?” diye sordu Kenan. “Evet.”

“Buyurun… Şöyle buyurun Hocam.”

Abdullah Hoca içeri girdi. Bu köye ilk defa geliyordu. Herkes yine saygıdan dolayı ayağa kalktı ve başköşeye oturmasını işaret ettiler. Abdullah Hoca hem kendi köyünde hem de civar köylerde ve hatta ilçelerde tanınan, sevilen ve hürmet edilen biriydi. O diğerlerinin aksine imamlığı bir meslek olarak görmüyor. Bahçesine bostan ekerek, koyun otlatarak ve ufak tefek tamir işleri yaparak geçimini sağlıyordu. Köylüyü ziyaret eden, evine misafir kabul eden, köylülerin sıkıntılarına ve neşelerine ortak olan bir adamdı. Ona göre imamlık sadece camide namaz kıldırmak değil; insanlara gerçek anlamda, yani hayatın diğer alanlarında öncülük etmek ve yardımcı olmaktı.

     Abdullah Hoca hem Celal’e hem Ayşe’ye evliliğin esaslarını kısa ve anlaşılır bir biçimde özetledi. Kadının kocasının üzerinde hakları olduğu gibi kocanın da karısının üzerinde hakları olduğunu ve evlilik temelinin bu haklar esas alınarak sağlanması gerektiğini söyledi. Ne kadın kocasına ne de koca karısına üstün değildi. İnsanlar arasındaki üstünlük ancak Allah’a karşı yakınlığa bağlıydı, yani takvadaydı. Ve takva insanların yaşam biçimi ve Allah’a karşı sorumluluklarındaydı. Her ne olursa olsun evlilik, basit sebeplerle sonlandırılamayacak kadar ehemmiyetliydi. Koca, karısının fikrini alacak, değer verecek ve haklarını koruyacaktı. Kadın da kocasına karşı sorumluluklarını yerine getirecek ve itaat edecekti. Evlilik ancak bu şartlarda ayakta kalabilir ve insanlar ancak bu şartlarda huzur bulabilirlerdi.

     Abdullah Hoca, sonrasında Peygamber Efendimizin hayatından örnekler ve Kur’an’dan ayetlerle uzun uzadıya evlilik hakkında konuştu. Celal ile Ayşe arasındaki meseleyi açtı. Her iki tarafı da teferruatıyla dinledi. Mesele en başından anlaşıldığı gibi oldukça basitti. Ama anlaşılan hem Celal hem Ayşe kavganın sebebine değil gururlarına yenilmişlerdi. Özellikle Celal, Ayşe’nin tartışma esnasında kullandığı “Ne halin varsa gör, altınını al, başına çal!” sözlerini kabullenemiyordu. Orada bulunanlar, Abdullah Hoca’nın da araya girmesi üzerine Hocaya destek veriyor ve barışmalarını istiyorlardı.

     Celal de Ayşe de ikna olmuşa benziyorlardı. En azından konuşmalarının başında haklılıklarını gösterdiğini düşündükleri sözlerden vazgeçmişlerdi. Mesele detaylıca açılmış, bölünmüş ve büyümeden önceki basit haline dönmüştü. Şimdi sadece artık konuşulamayacak kadar gereksiz bir konuya dönüşmüştü. Abdullah Hoca, Celal’in biraz inat tarafı olduğunu gördüğü için barışmalarında pek acele etmiyordu. Çünkü her iki taraftan fevri gelecek bir söz işi yokuşa sürebilirdi.  

      İki genç, tepside getirdikleri çayları dağıttılar. Çaylar içilirken Abdullah Hoca’nın telefonu çaldı. Telefonunu çıkardı. Tuşlu telefon uzun bir süredir arızalıydı, karşıda konuşanın sesi çok zayıf geliyordu, o yüzden her telefon görüşmesinde hoparlörü açmak zorunda kalıyordu. Ancak telefonunu değiştirmeye bir türlü fırsat bulamamıştı.

      Abdullah Hoca hoparlörü açarak “Alo” dedi. Arayan kişi Hocanın hanımıydı. Telefondan hararetli bir ses yükseliyordu ve bu ses herkes tarafından duyuluyordu. Hocanın hanımı kilerin anahtarını bulamamış o yüzden aramıştı. Anahtarın nerede olduğunu soruyordu. Abdullah Hoca kısık bir sesle karşılık verdikten sonra ceplerini kontrol etti. Anahtar Hocanın yelek cebinden çıktı. Hoca “Valla anahtarı yanımda getirmişim,” deyince hanımı iyice öfkelenerek “Vey lé topa Saddam te keve” (Saddam’ın topu çarpsın sana) dedi.

       Herkesi bir gülme tuttu. Kahkahadan ziyade kısık sesli gülüşmeler hakimdi. Abdullah Hoca telefonu kapadıktan sonra o da bu duruma güldü. Celal, Hoca’nın halini geçirdi aklından. Hoca’nın durumu daha fena gibi göründü kendisine. Uzun uzun düşündü ve sonunda karısıyla barışmaya karar verdi. Böylece oradaki insanlar da tıpkı kâinatın sahip olduğu; sevgiye, tevazuya, saadete ve huzura erdiler.  

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ