Söz&Kalem Dergisi - Yunus Çetin
Monark kelebeği, namı diğer kral kelebeği…
Her yıl Kanada’da kış mevsimi başladığında, turuncu-siyah kanatlı milyonlarca Monark Kelebeği, kışı geçirmek için Meksika Michoacan'da bulunan ılıman ormanlara doğru kanat çırpıyor. Kat edilen mesafe de 4 bin 800 kilometre!
Diğer kelebek türlerinden farklı olarak oldukça uzun bir yaşama sahip olan kral kelebekleri bir yılda tam 4 nesil olarak yaşam sürdürüyor. Bu nesillerden yalnızca 3 tanesi ilkbahar ve yaz aylarında yaşayabilir. 1. 2. ve 3. nesiller 6 hafta, 4. nesil ise 6 ay yaşayabilmektedir.
Gelin bu uzun yolculuğu nasıl yaptıklarına bakalım.
1. nesil: Meksika'daki dağ ormanlarında kış uykusuna yatarlar, ilkbahar geldiğinde çiftleşerek Kuzey Amerika'ya doğru yola çıkarlar. Birinci nesil Amerika'nın güney kıyılarında yumurtlarlar ve hayatlarını kaybederler.
2. nesil: Amerika'nın güneyinde doğarlar ve kısa süre içerisinde göçü tamamlamak için Kanada'ya doğru yola çıkarlar. Amerika'nın kuzeyinde ve Kanada'nın güneyine yumurtlarlar ve hayatlarını kaybederler.
3. nesil: Amerika'nın kuzeyinde ve Kanada'nın güneyinde doğarlar ve atalarının mirasını devam ettirip göçün zirve noktası olan Kanada'nın kuzeyine doğru yollarına devam ederler. Temmuz ayının sonunda yumurtlarlar, atalarının mirasını çocuklarına aktarırlar ve hayatlarını kaybederler.
4. ve süper nesil: Kanada'nın kuzeyinde doğarlar. Üreme organları gelişmeden doğdukları için diğer nesillerden fazla olarak 6 ay yaşamaktadırlar. Ağustos ayında kendilerinden önce yapılan göç mesafesini tek seferde yapıp geri dönerler ve Ekim ayının sonlarına doğru Meksika'da bulunan dağ ormanında 4 ay sürecek kış uykusuna yatarlar.
Özetle; 4800x2=9600 Km’lik, baba ve anne ile başlayan bu yolculuk çocuklarla devam eder, çocuklardan da torunlara devredilir. Ve torunların çocuklarıyla son bularak yeni bir döngü başlamış olur.
İlginç olan şey şu: Bunlar her yıl bir kuzeye bir güneye göçer dururlar. Peki, bu kelebekler güneye doğru uçunca oranın güney olduğunu nerden biliyorlar. Nasıl oluyor da yönlerini hiç şaşırmıyorlar?
Cevap: Güneş…
Evet, gözleri sürekli güneşte ve güneşin gökyüzündeki konumuna bakarak yönlerini rahatlıkla buluyorlar. Hava bulutlu olup da güneşi göremediklerinde ise polarize ışığı kullanıyorlar. Polarize ışığın oluşturduğu desenlere bakarak güneşin konumunu tespit ediyorlar.
Bu yolculuk esnasında, birçok defa fırtına ve şiddetli yağmurlar sonucunda savrularak yön değiştirseler de hiçbir zaman kaybolmazlar ve hiç görmedikleri yerlere doğru yollarına olağan hızları ile devam ederler.
Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi Nörobiyoloji başkanı Steven M. Reppert liderliğinde yeni bir araştırma yapılır.
Araştırmada kelebekler üzerinde bir test gerçekleştirilir. Testi kelebek kanatlarını nazikçe tutarak ve antenlerini boyaya batırarak yaparlar. Kimisinin antenini siyaha boyadılar. Kimisininkini de şeffaf boyayla boyadılar. Antenleri şeffaf boyayla kaplanmış kelebekler yön bulmakta hiç zorlanmadılar. Siyah boyalı olanlar ise güneye yönelemediler. Diğer kelebekler uçup giderken onlar geride kaldılar. Hâlbuki gözleri güneşi görebiliyordu. Ve siyah boyalı kelebekler, gözleri ışığı görebilmesine rağmen kaybolduğu için araştırmacılar, antenlerin yolu bulmak için hayati önem taşıdığı sonucuna vardılar.
Meğer gözler yeterli değilmiş…
Sevgili dostlar inanın aynı durum bizim için de geçerli. Gözlerimiz görme işlemini gerçekleştiriyor. Ancak yönümüzü bulmak için bu hiç de yeterli değil. Görme işleminin nasıl gerçekleştiğini öğrendiğinizde beni daha iyi anlayacaksınız.
Güneş ışıkları cisme çarpar. Cisme çarpan ışık onun rengini ortaya çıkarır. Cisimden gelen ışık demetleri retinamızın üzerine ters olarak düşer. Burada elektrik sinyaline dönüşen görüntü beynin arka tarafındaki görme merkezine ulaştırılır. Ve böylece görme eylemi gerçekleşmiş olur.
Dikkat ettiyseniz beyne ulaşan şey ışığın kendisi değil, elektrik sinyali. Gördüğümüz onca şey direkt olarak beynimize aktarılmıyor. Elektrik sinyaline dönüşüyor ve beyin böylece algılıyor. Beynimiz mükemmel bir manzara algılar ama o an beyin kapkaranlıktır. Tek bir ışık belirtisi bile yoktur.
Aynı şey diğer duyular için de geçerli. Müzik dinleriz. Kulaklardan geçen ses dalgaları elektrik sinyaline dönüşür ve duyma merkezine yollanır. Böylece müzik algılanır. Beynimizde bir orkestra verilir ama o an beyin sessiz mi sessizdir.
Kokladığımızda beyne giden koku değil elektrik sinyalidir. Dokunduğumuzda beyne giden dokunduğumuz şey değil aslında elektrik sinyalidir. Tattığımızda yediğimiz elmanın asıl tadı değil duyduğumuz. Sadece elektrik sinyali…
Kısaca dış dünyadan beyne aktarılanlar nesnenin kendisi değil elektrik sinyaline dönüşen bir kopyasıdır. Aslında biz dış dünyanın mahiyetini tam manasıyla kavrayamayız. Çünkü her daim kopyasını algılıyoruz. Peki, beyne giden şey sadece elektrik sinyalleriyse; onca manzaraya şahit olan, o müzik sesini duyan, elmayı koklayan, tadan, dokunan kim? Yine beynin kendisi mi?
Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ moleküllerinden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi var edebilecek bir şey yoktur.
Peki bu varlık nedir?
Bu varlık ruhtur.
Dışarıda var olan maddenin beyindeki kopyalarını gören, duyan, hisseden, algılayan, yorumlayan ruhtur. Siz sağlam bir beyni bir robota bağlayabilirsiniz. Robot belki görür, tadar, dokunur, koklar ama gerçek manada duyamaz. Çünkü bir ruha sahip değildir. Bilinci, benliği yoktur. İşte bu yüzden sadece gözün görmesi yeterli değildir dedik. Asıl olan ruhun görmesidir. Elbette ruhun dış dünyayı görmesini sağlayan gözdür. Ancak idrak eden göz değil ruhtur. Bir bakalım kendimize, hedefimiz belli mi? Yolumuz net mi? Kelebeklerin, atalarının başlattığı yolculuğun rotasını bildikleri gibi biz de nereye gideceğimizi, rotamızı biliyor muyuz? İdrak etmiş miyiz? Yoksa bocalayıp duruyor muyuz? Ne yapacağımızı bilmez bir halde miyiz? Hâlbuki gözlerimiz sağlam. Güneşi görebiliyoruz.
Acaba antenleri siyaha boyanmış kelebekler gibi bizim de yön bulmamızı sağlayan bir yanımız, ruhumuz, siyaha mı boyanmış durumda. Eğer öyleyse ilk işimiz o siyahlıktan, o karanlıktan kurtulmak olmalı. Çare de zaten belli:
“ Allah, inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara 257)