Söz&Kalem Dergisi - Amine Çalış
Arapça’da mevt, vefât, helâk gibi kelimelerle ifade edilen ölüm, hayâtın karşıtı olup sözlükte “hayatın sona ermesi” anlamına gelir. Genellikle “ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin maddî hayat kaynağını yitirmesi” şeklinde tanımlanan ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, inanış ve uygulamalar kültürden kültüre, devirden devire değişmektedir.
Her canlının kaçınılmaz sonu olan ölüm konusu, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak hayatın son bulacağını düşünebilen ve ölümü anlamlandırmaya çalışan tek canlı insandır. İnsanlar kendi düşünceleri, kimlikleri, içinde bulundukları ortama göre ölümü tanımaya ve anlamaya çalışmışlardır. Bazı insanlar ölümü kabullenirken, bazısı ölümsüz olmanın yollarını aramakta ve ölümü bir türlü kabullenememektedir.
Çeşitli geleneklerce ölümün sebepleri hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Özellikle ilkel toplumlarda ölüm doğal bir durum kabul edilmeyip Tanrıların gazabı, ruhun bedenden kurtulmak istemesi ya da yaygın bir biçimde büyü sonucu ortaya çıkan bir durum olarak algılanmıştır. Ölümün ve özellikle geç gelen ölümün normal bir durum olarak algılandığı eski Mısır dininde ölümün ardından hayatın devam ettiği inancı korunmuş, sonraki dönemlerde buna yeniden dirilme fikri eklenmiştir. Erken Grek geleneğinde yeniden dirilme fikri yerine, bedenin hayat kaynağı kabul edilen ruhun ölüler diyarı olan Hades’e gidip orada hayatını devam ettirdiğine inanılmıştır. Hint geleneğinde ise klasik Hindu inancı tenasüh (reenkarnasyon)ün bir uzantısı olarak “karma” diye adlandırılan sonsuz doğum ve ölüm çemberini kırıp mutlak, saf ruh durumuna ulaşıncaya kadar farklı bedenlerde veya biçimlerde tekrar doğması söz konusudur.
İyi ve kötü güçler arasındaki kozmik mücadele fikrine dayalı Zerdüşt dininde öldükten sonra iyilerin Ahura Mazda ile birlikte Neşide Evi’nde yaşayacağı, kötülerin ise Yalan Evi’nde yaşamaya mahkûm edileceği inancı benimsenmiştir. Başta Babil ve eski Yahudi olmak üzere Mezapotamya geleneklerinde ölüm, yeni bir hayat veya yeniden doğuş şeklinde görülmeyip hayatın tamamen sona erdiği ve geri dönüşün mümkün olmadığı kasvetli bir durum olarak anlaşılmıştır. Tam manasıyla ruh-beden ayrımının yer almadığı, daha çok bu dünya hayatı ile sınırlı bir bakış açısının hâkim olduğu eski Yahudi inancında iyi ve uzun bir hayatın ardından ölmek ve atalar mezarlığına gömülmek arzu edilen bir durum hatta bir nevi mükâfat, erken gelen ölüm ise şahsi günahın cezası olarak görülmüştür. Farklı gnostik unsurları içinde barındıran kurtuluş merkezli Hristiyan inancında ölüm, ilk insan çiftinin işlediği ve bu yolla bütün insanlığa sirayet eden aslî günahın bir sonucu, insanın Tanrı’dan uzaklaşma ve O’na yabancılaşma süreci olarak görülmüştür.
Bu demek oluyor ki tarih boyunca birçok dinde ve öğretide ölüm hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Ölüm olgusu, içinde yaşadığımız 21.yüzyıl da dahi birçok filozofun ve bilim insanının gündemini meşgul etmiştir. Bu konu insanlık tarihi boyunca güncelliğini korumuştur. Ölümle ilgili yaklaşımlar birçok düşünce ve inancın problematiği olduğu gibi gelecek çağları da birçok bilinemez yönüyle meşgul edecektir. Ölümün bu kadar zor anlaşılmasının en önemli sebebi metafizik bir olay olması ve tecrübe edilmesinin imkânsız olmasından kaynaklanmaktadır. Deney ve gözlem yoluyla araştırılamayan, bilimsel bir test uygulanamayışıdır. Bundan sebeple ölüm olgusu Kur’an-ı Kerim’den hareketle incelendiği zaman daha sağlıklı sonuçlar elde edileceği kanaatindeyim.
Ebû Katâde’nin rivayetine göre Hz. Peygamber dünyadan âhirete intikal eden insanları mümin ve fâcir diye ikiye ayırmış, birincisi için “istirahate çekilen kimse”, ikincisi için de “ölümü sebebiyle insanların rahata erdiği kimse” ifadesini kullanmış ve şöyle demiştir: “Mümin öldüğü andan itibaren dünyanın meşakkati, elem ve eziyetlerinden kurtulmuş olur. Kâfir veya günahta ısrarcı olan kimsenin ölmesiyle de insanlar, şehirler, memleketler, ağaçlar ve hayvanlar onun şerrinden emin olur.” (Nesâî, “Cenâʾiz”, 48-49)
Ölümün amacı ise fertlerin, kendi hayatlarını onları Allah’a götürecek olan doğru yola döndürmede veya Allah’ı reddeden ve tanımayan kâfirlere katılmada hür oldukları bu mühlet dönemine bir süre veya sınır koymaktır. Bu hayat süresi bir deneme veya imtihan yeri olmaktadır : “Sizden önce herhangi bir insana sonsuz bir hayat vermedik; böylece şayet siz ölürseniz onlar sonsuza kadar mı yaşayacaklar? Her canlı ölümü tadacaktır, biz sizi iyi ve kötü ile imtihan ederiz ve dönüşünüz bize olacaktır.”
İslam dininde ölüm mukeddarattır, olması zorunlu olandır. Öldükten sonra ahiret inancı mevcuttur ve iman esasları arasında yer almaktadır. Birçok ayette, ahirete iman, Allah’a iman ile birlikte anıldığı gibi, ahireti inkâr edenlerin Allah’ı da tanımadıkları bildirilir.
Ölüm mümin için dünyadan kopuş ahiretten kaçış değil, Allaha varış vuslata eriştir. Her bir insan için teslim oluştur ölüm. İlk insan kadar eskidir ama her bir insan için yenidir. İnsan ölümü hayatında sadece bir kere tecrübe eder ustası olamadan çırak olarak göç eder. Bununla beraber hiçbir insanın kendine yakıştıramadığı şeydir ölüm. Hatta ölümü düşünmek bile ölümdür insan için. Oysa kaçmak için attığımız adımlar, verdiğimiz nefesler bile bizi nihayetinde ölüme götürür. Hakikatte ise bir mümin için tadılacak kadar lezzetli, bir kâfir için tadılamayacak kadar acı ilahi bir kanundur. Herkesi eşitler ölüm ama hiç kimseyi asla eşit kılmaz. Nitekim Rabbimiz “müminler meleklerin selamıyla ölürken, kafirler selam dilenerek ölürler. “ buyurur. Birinciler için nimet olan ölüm ikinciler için külfettir. Adanmış bir hayatla aldanmış bir hayatın tezahürüdür bu durum.
Bir gün Hz. Âişe (ra) Peygamberimiz (sav) sorar; “Ya Resulallah! Hepimiz ölümü sevmeyiz!” Peygamber Efendimiz (sav), “O manada değil. Fakat mü’min, can verirken Allah’ın rahmeti, rızası ve Cenneti ile müjdelendiği zaman, Allah’a kavuşmayı arzu eder ve Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfir ise, Allah’ın azabı ve gazabıyla müjdelenir de, Allah’a kavuşmaktan ve Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurmuştur.
Bediüzzaman’a göre, insan hiç durmadan böyle bir yüksek huzura gidiyor, götürülüyor ve sevk olunuyor. Öyle ki, insanın, âşık, tutkun ve düşkün olduğu dünya sevgililerinde gördüğü bütün güzellikler, Allah’ın eşsiz güzelliğinin binler perdelerden geçmiş bir nevî gölgesinden ibarettir. Bütün Cennet, bütün güzellikleriyle Allah’ın rahmetinin bir tek cilvesinden ibarettir. Bütün sevgiler, muhabbetler, aşklar ve cazibeler, Allah’ın bir tek muhabbet pırıltısından ibarettir.
İşte, insan böyle bir Mabud-ı Lemyezel’in ve bir Mahbub-u Lâyezâl’in huzuruna gidiyor ve ebedî ziyafetgâhı olan Cennete çağrılıyor. Öyle ise insan kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek gitmelidir. Bundandır ki ölüm bir yok oluş değil bilakis yeniden doğuştur.
Selam ve dua ile