Terzi

Terzi

Meryem Varol | Söz&Kalem Dergisi

Arabaya telaşla binip çalıştırdı. Motorun ısınmasını beklerken soğuktan titreyen ellerini ovuşturuyor, hohlayarak ısıtmaya çalışıyordu. Aklı doktordaydı. Sesi kötü geldiğine göre durum çok sıkıntılıydı. Zaten öyle olmasa onu aramazlardı. İçi sıkıldı.
Hastane tercümanı olduğundan beri böyle şeylerle karşılaşıyordu. İlk günlere göre biraz alışmıştı ama hala da bu işin ağırlığı altında eziliyordu. İşinde iyiydi bir dili diğer dile tercüme etmek onun için kolaydı ama hastanede tercüman olmak zor geliyordu. İnsanların yüzlerine, gözlerine sinen acıyı tercüme edememek sırtına ağır bir yük bindiriyordu. Gerçi masa başında çeviri yaparken de dilin bu yetersizliğinden mustaripti. Ama asıl kırılmayı hastanede çalışırken yaşamıştı. Van’a komşu ülkelerden durmadan mülteci geliyordu. Hastaneye gelen mültecileri en zor durumlarında görüyor, çaresiz haykırışlarına, yetersiz cümlelerle kendilerini ifade edişlerine tanık oluyordu.
Hayatları çalınmış, üstlerine derme çatma hayatlar iliştirilmiş bu insanlara tercüman olamadığını düşünüp bunun altında eziliyordu. Onları anlasa bile yardım edemiyor, vicdanı sızlıyordu. Her biri farklı bir zulmün mazlumuydular. Öylesine isteksiz, öylesine yabancısıydılar ki bu zoraki hayatların, muhatap oldukça bakışlarından bile anlıyordu. Kendini onların yerine koyuyor iliklerine kadar hissediyordu. Bazen bir bakış, bir ifade, bir çift kara göz hiçbir dile ihtiyaç duymadan vicdanlara çaresizliğini avaz avaz haykırıyordu. İşte o zaman onları anlamak için dile değil de vicdana ihtiyaç olduğunu düşünüp biraz rahatlıyordu.
Hastaneye vardığında doktoru buldu. Kısaca bilgi aldı. Yine donma tehlikesi geçiren mülteci bir aile için onu çağırmışlardı. Kar düştüğünden beri bu kaçıncı sayamamıştı. Doktor
“Kürtçe de bilmiyorlar! Yani Hasan Efendi öyle dedi. Sanırım farsça konuşuyorlar. Farsçanız var mı?”
“Arapça kadar olmasa da var efendim! İkinci dil olarak onu da öğrenmiştim.”
“Tamam, o zaman gel!”
Odaya girdiklerinde hasta doktoru görüp dirseklerine kadar sargılı ellerini havaya kaldırıp bağırmaya başladı.
“Bu eller, benim tek sigortam! Onları kesmediniz değil mi? Bir terzi parmakları olmadan ne yapabilir? Allah'ım sen Ahmet'e yardım et!” Cam kenarındaki yatakta 20’li yaşlarının sonunda görünen bu zayıf, esmer adam durmadan konuşuyordu. Çaresizliği sesine, yüzüne ama en çok da gözlerine yansımıştı. Orada acı, çığlık çığlığa bir isyan vardı. Odaya girenler şaşırdı. Tercüman olayı anlamaya çalışıyordu. 
“Onları kesmediniz değil mi?” Tercüman kalkmaya yeltenen adamın koluna yapıştı.
“Dur, sakin ol! Kalkma, iyi değilsin! Ben bir tercümanım. Sana her şeyi açıklayacağım.” Tercümana baktı.
“Sorsana doktora parmaklarımı…” Gerisini getiremedi. Acı acı yutkundu. “Şeyy, ben onları hissetmiyorum da.” Tercüman doktorla konuştu.
“Parmaklarında soğuktan dolayı derin yanıklar ve sinir zedelenmesi oluşmuş. Bir süre hissetmemen normal! Bugün müşahede altında tutalım, diyor doktor.”
“Siz bana doğru mu söylüyorsunuz? Kesmediniz değil mi?” Doktor
“Kesmedik” dedi. Hasta defalarca sorup aynı cevabı almıştı. Tercüman konuyu dağıtmak için
“Adın ne?”
“Ahmet”
“Ahmet, bu senin doktorun. Siz dün gece gelirken o buradaymış. Ağrın var mı diye soruyor.”
“Yok! Ailem nerede? Karım, kızım yaşıyorlar mı?” Tercüman doktorla konuştu.
“Evet, yaşıyorlar! Yan odadalar!” Tam tercüme edecekti ki doktor bir “amaa” ekledi.
“Kızı onun kadar şanslı değilmiş. Durumu kritikti. Yaşı küçük. Soğuk ona daha çok zarar vermiş. Ellerinde kötü durumdaydı. Başka çaremiz yoktu.” Tercüman şaşırdı. Doktorun yüzüne gerçekten mi der gibi bakıyordu. Doktor sustu başını eğdi. Yüreğine bir bıçak saplanmış gibiydi. Nefes aldıkça da batıyordu. Mesleğinin ağırlığı altında ezildi. Gözleri nemlendi. Bunu nasıl anlatacaktı? Şimdilik söylemese daha iyi olacağına karar verdi.
“İyiler!" Dedi soğukkanlılıkla. "Biraz toparlanıp aileni görmeye gidebilirsin! Ama senin hemen toparlanman şart!” Söylerken gözleri büyük bir kedere bürünmüştü. Hasta bunu sezmiş olmalıydı. Uzun uzun baktı. Tercüman yüzünü çevirdi. Cama doğru yürüdü. Bunaltıcı, loş odaya sabah aydınlığı girsin diye perdeyi açtı. Hava kapalıydı. Gök kararmış, bulutlar ha yağdırdı ha yağdıracaktı. Gri, soğuk bir gökyüzü parçasını çatıların arasından gördü. Hastaya döndü. Dikkatini dağıtmak için
“Bu eller benim hayat sigortam dedin, neden?”
“Terziyim ben,” dedi kısık bir sesle. “Çok iyi dikiş dikerim. Dikiş makinelerinden çok iyi anlarım. Hayatta başka bir marifetim yok. Bu parmaklar benim her şeyim. Dün orada çok üşüyünce kararmaya başladılar. Çok korktum.”
“Nerelisin?”
“İran’dan geldik ama aslen Afgan’ım.  Başımıza bir sürü şey geldi. Memleketimizde yaşayamayınca hicret ettik. Önce İran’a göçtük. Aslında Avrupa’ya gitmek istiyoruz.”
“Hikâyeni en baştan anlatsana?” Gencin yüzünde keder çizgileri iyice belirginleşti.
“Çok uzun,” dedi yorgun bir sesle.
“Kısaca anlat!” Hasta derin bir nefes aldı.
 “Afganistan’da doğdum, büyüdüm. Benim annem terziydi. Babasız büyüttü beni. Sevdiğim kızla nişanladı. Evlenecektim, anama bakacaktım. Olmadı.” Başını eğdi.
“Afganistan’dan nişanlımla beraber kaçtık. İran’da evlendik ve 4 yıl yaşadık. Gece gündüz ikimiz de çalıştık. Şimdi de buradayım. Çalışacağım para biriktireceğim. Sonra da…” Bir noktaya dalıp gitti. Sonra aniden aklına bir şey geldi.
“Buraya, bizim gibi kimseler geldi mi?” Tercüman sıkıntılı bir nefes aldı.
“Bu sabah iki kişi daha gelmiş. Sizden daha kötü durumdaymışlar. Yoğun bakımdalar.”
“Sadece iki kişi mi?”
“Kaç kişi yola çıktınız?” Hasta yutkundu. Üzüntüsü sesinden anlaşılıyordu.
“Kırk kişiydik…” Tercüman başını sağa sola sallayarak dudaklarını birbirine bastırdı.
“Çok yazık!” Hasta bir noktaya dalmış, kısık bir sesle konuyu baştan anlattı.
“Sizi Türkiye’ye götüreceğiz dediler. Biz İstanbul zannettik. Parayı verince bizi sınırdan geçirdiler. Türkiye’desiniz, biz daha fazla gelemeyiz. İznimiz yok dediler. Siz biraz daha gidince Van’ın köylerine ulaşacaksınız. Van’da tek araçla İstanbul’a gidilirmiş. Köyler çok uzaktı. Kar çok çok fazlaydı. Gözümüzün önünde çok kişi öldü.” Adam sustu, başını eğdi. Tercüman doktora üstünkörü anlattı. Adama kederle baktı. Derin çok acı bir sessizlik oldu. Sanki o kısacık zamanda onca kişinin yası tutuldu. Kısa sessizliği doktor bozdu.
“Nereye gitmek istiyorlar sorsana!” Tercüman sormadan
“Avrupa’ya doktor bey!”
“Afganistan’dan Avrupa’ya…”
“Öyle,” dedi tercüman bir yandan hastanın sargılarına bakarken. Ağır ağır devam etti.
“Afganistan-İran sınırında mayınlardan, Van sınırında donmaktan ve vahşi hayvanlardan, Akdeniz’in acımasız dalgalarından kurtulurlarsa Avrupa’ya gidecekler. Şuan kafileden beş kişi hayatta. Kafilenin geri kalanı muhtemelen karlar eriyince ortaya çıkacak. Eğer yırtıcı hayvanlar cesetlere zarar vermezse tabi! Hayatları çalınmış kırk kişi bunca ölümün içinde bir hayat arıyorlardı. İnsanca bir hayat!”  

 

*Yararlanılan makale; mülteci hareketleri açısından Van kentinin durumu ve kentteki mültecilerin demografik profili, Yrd. Doç. Dr. Orhan DENİZ.

 

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ