THE ÖĞRENCİ

THE ÖĞRENCİ

Akşamüstüydü. Dışarıda çiseleyen yağmur cadde ve sokakları çoktan ıslatmıştı. O da şehrin aydınlık ve gürültülü caddelerinden karanlık ve sessiz sokaklarına doğru yürümeye başladı. Bugün fazla mesai yapmış ve işten geç çıkmıştı. Haliyle epey yorulmuştu. Karanlık sokaklarda yağmur sesinin eşliği ve yorgunluğunun etkisiyle sallana sallana yürüyordu. Yapmak istediği tek şey vardı. Bir an önce eve varıp yatsı namazını kıldıktan sonra yatmak. Tek kelime edecek ve tek kelime duyacak takati kalmamıştı.

On dakikalık bir yürüyüşün ardından evine vardı. Cebinden çıkardığı anahtarıyla kapıyı açtı. Açar açmaz dört yaşındaki oğlunu karşısında gülümserken gördü. Bu tatlı gülümsemeye kendisi de sıcak bir tebessümle karşılık verdi ve oğlunu hemen kucağına aldı. Kapıyı kapatarak içeri geçti. Mutfakta yemek hazırlayan hanımına da selam verip, kucağındaki oğluyla birlikte salona geçti. Baba oğul on iki saatlik ayrılığın ardından tekrardan kavuşmanın tadını çıkarıyorlardı. Baba oğlunu gıdıklıyor oğlu gülüyor, oğlu güldükçe baba adeta tekrardan hayat buluyor, tüm yorgunluğunu üzerinden atarak bu anın sevincini yaşıyordu.

Çocuğuyla biraz daha eğlendikten sonra kucağından indirip mutfağa gönderdi. Evlat sevgisi bir nebze olsun yorgunluğunu unutturmuştu. Biraz sonra televizyonun düğmesine bastı ve haberleri izlemek için karşı koltuğa geçti. Televizyon kumandası genellikle koltuğun hemen yanı başındaki sehpanın üstünde bulunurdu. Kumandayı almak için sehpaya yöneldiğinde beyaz bir zarf gördü. Sabah işe gitmek için evden çıktığında bu zarf yoktu. Büyük ihtimalle gün içinde gelmiş olmalı, diye düşündü. Zarf bir kamu kurumu tarafından gönderilmişti. İlkin tuhaf karşıladı. ‘Kamudan niçin zarf gelebilir ki’ diye düşündü. Zarfı yırtıp içindeki mektubu çıkardı. Mektuba bakınca adeta şoke olmuştu. Bu bir tebliğattı ve bu tebliğatı gönderen kamu kurumu, kendisinin 27.537 TL öğrenim kredisi borcunun olduğunu tebliğ ediyordu. Borcu görür görmez vücudunu kontrol edemedi. Oysa bunun unutulduğunu düşünmüştü. Birden gözleri karardı. Elleri titredi. Boğazı düğümlendi. “Nerden çıkmıştı şimdi bu borç? Kim ödeyecekti? Keşke gelir gelmez yatsaydım. Şimdi gözüme nasıl uyku girecek?” Hâlbuki krediyi harcarken çok iyi harcıyordu. Öğrenim kredisi borcu… Evet, öğrenciyken almıştı bu krediyi. Nasıl olmuştu da unutmuştu borcunu? O günleri anımsamaya çalıştı. Şimdi o günlere gitme zamanıydı. Vakit kendisinin olgunlaştığı yıllara gitme vaktiydi. O anıları tekrardan yaşama vaktiydi.

   Lise son sınıftayken üniversite sınavlarına girmişti ve sonuçları büyük bir heyecanla bekliyordu. Ağustos ayında açıklanan sonuçlar ile birlikte hayatında yeni bir döneme giriyordu. Sonuçlar onun için büyük bir sürpriz olmuştu. Çünkü beklemediği, hiç ihtimal vermediği tercihi tutmuş ve yol olarak İstanbul görünmüştü. Hem sevinç hem telaş, hem gurur hem kaygı bir aradaydı. Çok istediği ama ihtimal vermediği tercihini kazanmanın sevinci vardı. Ama bu tercih aynı zamanda ailesinin istemediği bir tercihti. Babası sürekli ‘Çevre illeri tercih et, uzaklara gitme. Uzak diyarların ismi kulağa hoş gelir. Seni aldatmasın’ diyerek gitmemesi için ikna etmeye ve onu heveslerinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Kötü bir niyeti yoktu babasının. Ne de olsa baba yüreği evladının kendisinden uzaklaşmasını, gurbet yaşamasını istemiyordu, bu ona ağır geliyordu. Sonuçların açıklanmasından sonra yapacak bir şey yoktu. Gözler İstanbul’a çevrilmiş, yeni bir hayat başlamıştı.

Yirmi iki saat süren otobüs yolculuğunun ardından Harem Otogarı’na vardı. Otobüsten büyük bir heyecanla indi. Yere ayak basar basmaz buranın rüzgârının bile farklı estiğini hemen hissetmişti. Karşısında koca İstanbul… Çok sevinçliydi. Sevinçten ne yapacağın bilemeyecek haldeydi. Bulunduğu o anki durumu, aklına dizi ve filmlerde izlediği bir sahneyi getirmişti. Şimdi o sahneyi kendisi canlandıracaktı. Yönünü boğaza çevirdi. Önce derin nefes aldı. Sonra doğruldu ardından yine derin nefes aldı ellerini kaldırdı ve ‘Ey İstanbul sen mi büyüksün be…’ diyemeden telefonu çaldı.

-‘Selamun Aleyküm. Oğlum yer ayarlayabildin mi?’

-‘Aleyküm Selam. Hayır, baba. Ben de yeni vardım. Yer ayarlayınca. Seni haberdar ederim’

Hemen toparlandı. İstanbul’a gelmeden önce kalacak yer için kendisiyle görüştüğü kişi onu üniversitenin merkez kampüsünde bekliyordu. Oraya gitti onunla buluştu ardından kalacağı öğrenci evine geçti.

Peki neydi ve nasıl bir yerdi öğrenci evi? Gelmeden önce araştırmıştı kendince…

Öğrenci evi; gece geç saatlere kadar kimsenin yatmadığı, gürültünün eksik olmadığı, komşuların sürekli şikâyetçi olduğu; temizliğin, düzenin, hijyenin mumla arandığı ama mumun bile parasızlıktan alınamadığı, mutfakta daima yığılmış bulaşıkların ikamet ettiği bir yaşam alanı. Öğrenci evi; evin parfüm yerine, patates, soğan ve yanık yemek koktuğu, patates ve makarnadan deney ve gözleme dayalı onlarca yemek çeşidinin keşfedildiği yegane mekan… Gerçekten böyle miydi? Artık yaşayıp görme vaktiydi.

Kalacağı eve vardılar. Evde onun gibi üniversiteyi yeni kazanan ve erkenden gelip yerleşenler karşıladı. Oturdular, tanıştılar, konuştular. Aralarındaki sohbet güzel bir şekilde ilerliyor ve keyif veriyordu. Sohbet keyif veriyordu ama uzun yolun yorgunluğu da kendini iyice hissettirmiş ve göz kapakları kapanmaya başlamıştı. Bunu gören arkadaşı ona dinlenebileceği bir oda göstermiş ve kendisi de odaya girer girmez hemen uzanmış ve yatmıştı.

Birkaç saat sonra uyandı. Etrafına baktı. Nerede olduğunu anlayamadı. Burası ona tanıdık gelmiyordu. Pencereden dışarı baktı. Burası neresi diye bir an düşündü. Sonra öğrenci evinde olduğunu ve öğrencilik hayatının resmen başladığını anladı. Artık düşünme vaktiydi.

 Daha önce ailesinden uzak kalmamış, gurbet hayatı yaşamamıştı. Zor günler onu bekliyordu. Evdeyken ailesi her türlü konuda yardımcı olurdu. Para, yemek ve temiz kıyafet sıkıntısı çekmez, paşalar gibi yaşardı. Ama şimdi ayakları üzerinde durmayı, parasını yönetmeyi ve ilk kez ailesi dışında, aralarında herhangi bir kan bağı bulunmayan kişilerle aynı evi paylaşmanın ne demek olduğunu görecekti. Bazen kardeşleriyle kavga eder, küser bağırıp çağırır ama sonunda barışırlardı. Ne de olsa aynı kandan, aynı candandı. Kırgınlıkları da haliyle uzun sürmezdi. Ya şimdi? Aynı evi paylaştığı ama daha önce hiç tanımadığı, ortak bir geçmişe sahip olmadığı biriyle tartışma yaşarsa ne yapacaktı?

Günler hızla geçiyordu. Ev arkadaşları olarak bir araya gelip, evdeki düzen, kişilerin görev dağılımı ve haftalık nöbetçilik konusunu konuşmuşlardı. Sistemi duyunca çok korkmuştu. Çünkü kahvaltı sabah namazından sonra yapılacaktı. Bu ona çok zor geliyordu. Hâlbuki ailenin yanındayken sabah 10 gibi kahvaltı yapıyordu. Sadece bu değil, sabah namazdan sonra Kur’an-ı Kerim okunacaktı. Aman Allah’ım sabahın o erken saatlerinde bütün bunlar nasıl yapılır? Tabi bunlara ek olarak yemek yapacaktı. Peki ama hayatında hiç yemek yapmamış biri bunun üstesinden nasıl gelebilirdi?

Okulun açıldığı ilk pazartesi günü, sabah erkenden okula gidip öğleden sonra döndüğü bir vakit mutfağa girdi. Dolabı açtı yiyecek bir şey bulamadı. Ocağın üstüne baktı orda da bir şey yoktu. Mutfakta biraz daha dolandı. Tekrardan dolabı açtı yine baktı yine bir şey bulamadı. Salona geçip oturdu. Hem yorgunluk hem açlık moralini bozmuştu. Birkaç dakika daha salonda kaldıktan sonra yine mutfağa yöneldi. Tekrardan dolabı açtı ‘yok artık’ dedi. Diğer iki bakışında ya fark etmediği ya da yiyecek bir şey gözüyle bakmadığı pilav tam karşısında duruyordu. Dolapta kala kala sertleşmiş ve kurumuş iki günlük pilavla göz göze gelip mecburen çıkarıp yiyince hayatının değiştiğini anlamıştı. Normalde lisedeyken okuldan eve dönünce annesi yemeğini hazırlar, o da afiyetle yerdi. Yemek her gün düzenli bir şekilde yapıldığından bunun eksikliği hissedilmezdi. Ama şimdi… Yediği pilav hayatını sorgulatmıştı ona. Ey pilav nelere kadirsin!

Pişman olmuştu. ‘Keşke gelmeseydim’, ‘ne işim var burada?’, ‘niçin memlekette kalmadım ki?’ diye söylenmeye başlıyordu. Henüz kimseyle arkadaş olamamanın, dertleşeceği ve samimi bir şekilde sohbet edeceği bir dost bulamamanın da verdiği yalnızlık iki hafta boyunca ensesinden yakalamıştı. Normalde deli dolu bir insandı ama o an sadece doluydu. Sürekli ailesini arıyor, onlarla konuşuyordu. Çoğu insanın gelmek için can attığı bu şehir, tüm genişliğine, büyüklüğüne ve imkânlarına rağmen ona dar geliyordu.

İki-üç haftadan sonra çoğu şey değişmişti. Evdeki arkadaşlarıyla samimiyeti artırmıştı. Normalde her gün ailesinin arardı. Arkadaş çevresi edinince, yani yalnızlıktan kurtulunca ailesini fazla aramamaya başladı. Çünkü kaldığı arkadaşlarıyla bir aile gibi olmuştu. Hatta belki aileden de öte…

Haftalık yaptığı nöbetçilik de ona bir sorumluluk bilinci vermişti. Haftanın bir günü kahvaltı hazırlama, ev temizliği ve akşam yemeğiyle geçiyordu. Her ne kadar sabahın erken saatlerinde kahvaltı hazırlamak ve kış sabahının soğuğunda dışarı çıkıp ekmek almak zor gelse de sorumluluğunu yerine getirmek onu memnun ediyordu. Tabi nöbetçilik yapmak onun çok arzuladığı ve iple çektiği bir şey değildi. Çünkü o mübarek gün yaklaştığında strese giriyor, morali bozuluyor, yemeden içmeden kesiliyordu. O günü sürekli evde ve yatakta geçirmek istiyordu ama nafile yatakta bile akşam ne yemek yapacağını en önemlisi de nasıl yapacağını düşünüyordu. Gerçi yemek için mutfağa her girdiğinde illa ki ev arkadaşlarından biri yardımına yetişir bu da onu rahatlatırdı çünkü yapacağı kötü yemeğin müsebbibi sadece o olmazdı J

Akşam yapacağı yemek için o kadar strese yapar, morali bozulur, sıkıntıya girer ama günün sonunda sofradaki manzara; taş gibi fasulyelerinin kırmızımsı bir suyun üstünde yüzdüğü kuru fasulye ve pilav. Yani suyu biraz kaçmış pilav. Yok, yok çok su içmiş pilav. Hayır, düpedüz pilav çorbası…

Bütün bunları düşünürken kendinden geçmişti. ‘Yemek hazır’ sesiyle irkildi. Seslenen hanımıydı. Sofra serilmiş onu bekliyorlardı. Etrafa boş gözlerle baktı. Önce odayı süzdü, sonra sofrayı ve ardından sofradakileri. Evde olduğundan emindi. Sofraya yönelmek için doğrulunca birden gözleri elindeki tebliğata kaydı;

“27.537 TL olan ödemenizi …... Bankası aracılığıyla yapabilirsiniz.”

boğazı tekrar düğümlendi, iştahı kaçtı. Elindeki kâğıdı bırakmamıştı. Ayağı kalktı, boş gözlerle bakmaya devam ediyordu. Kapıya doğru yavaş ve ürkek adımlarla yürüdü. Arkasından seslenildi;

-‘Yemek?’

Yüzen fasulye ile pilav çorbasını düşündü ve ‘Hayır’ dedi.

Söz&Kalem- Ömer POLAT

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ