Unutulan Hava

Muhammed Kaya | Söz&Kalem Dergisi
Tarihler 20 Ocak’ı gösteriyordu. İkindi namazına yakın bir vakitti. Dışarıda insanın ciğerlerine dahi işleyen ve nefes kesen bir soğukluk vardı. Yerin yüzeyine üst üste yığılan kar, birbirine kenetlenmiş bulutların yansıması gibiydi. Göğün ve yerin aynı renge büründüğü bir gündü. Çatılardan sarkan büyük buz kütleleri garip bir kasvet dalgası yayıyordu etrafa. Bir ölüyü andıran kış tüm dirileri etrafından uzaklaştırmış, barakalara sürüklemişti. Caddeler ve sokaklar meşguliyetleri acil olduğu anlaşılan tek tük insanların dışında neredeyse bomboştu.
Yalnız bu boşluğa direnen bir grup insan, boş bir dükkânın köşesine sığınmışlardı. Giydikleri kalın giysiler bu ürpertici havanın karşısında çaresiz kalıyordu. Soğuktan titriyorlardı. Donmuş ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalışırlarken nefesleri de soğuktan nasibini alıyor, ellerine fayda vermiyordu. Soğuk hava adeta düşmanca yaklaşıyordu. Gasilhanenin bahçesi olmadığından bu terkedilmiş dükkanın önüne kümelenmişlerdi. Gasilhanede vefat eden bir yakınları yıkanıyordu. Grubun içinde beli bükülmüş, sıska bir ihtiyar, normalde de güçsüz olan bacaklarını ileri geri oynatarak ısıtmaya çalışıyordu. İhtiyarın bu çabası bir içgüdüden ibaretti. O da bu hareketin bir fayda sağlamayacağını biliyordu. İhtiyarın ayak hareketleri, vücudun soğuk karşısında doğal bir tepkimesiydi. Çünkü yakaladığı herkesi, her şeyi dondurmaya azmeden bir havaydı bu. İhtiyarın sığındığı gocuk bedeninden bir parça oluvermişti sanki. İhtiyarın şeklini almıştı. Kafasına geçirdiği kahverengi, beyaz çizgili beresini, elmacık kemiklerine kadar indirmişti. Beyaz teni kızardıktan sonra morarmaya başlamıştı. İhtiyar, tuhaf ve kuru bir sesle inledi. Hemen yanında duran orta yaşlı, şişman kadın, diğerlerinden ihtiyarı içeri götürmelerini istedi. Hem sesinin cılız çıkmasından hem de rüzgârın elektrik tellerine yüklediği uğultudan kadının sesi duyulmamıştı. Kadın bu kez daha yüksek bir sesle tekrarladı sözlerini. Biri uzun diğeri kısa boylu olan iki genç, derhal ihtiyarın koluna girerek gasilhaneye doğru götürdüler. İhtiyar adım atamıyor, onu tutan gençlerin kuvvetine inanarak ve dayanarak ayaklarını yerde sürüyordu. İçeri ölmüş birinin cansız bedeni taşınıyordu sanki.
Gençler, ihtiyarı ölünün yıkandığı yere getirdiler. Plastik sandalyeye oturttular ve dışarı çıktılar. Ölü sırtüstü masaya uzatılmıştı. Göbeği ile diz kapaklarının arasına beyaz bir örtü serilmişti. Bazı yerlerinde hafif şişkinlikler göze çarpıyordu. Ufak tefek morlukların dışında vücudu bembeyazdı. Vakit tamamlanmış, duyulan duyulmuş, görülen görülmüş ve ruh bedenden ayrılmıştı. Bu ayrılığın bedene yansıttığı renk soğuk beyazıydı. İmam maşrapayla kovadan su alıyor, ölünün bedenini ovarak döküyordu. Tüm uzuvlarını sırasıyla yıkıyordu. Bedene dökülen sıcak su kayarken buhar, ölünün üzerinde bir sis tabakası gibi yükseliyordu. Bir noktadan yükselen sis. Başlangıç noktası cansız bir beden. Bir toprak yığını. Sudan ve topraktan yaratılmış bir beden.
İhtiyar donuk gözlerle seyrediyordu yıkama işlemini. Birden masada yatanın kendisi olduğunu hayal etti. Aniden ürperdi. Ölümün soğukluğu dışarıdaki havadan daha korkunç geldi. En iyisi dışarı çıkmaktı. Ama zayıf bacakları kalkmasına engel oldu. Tekrar yerine çakıldı. Sandalyeye tutunurken de kolları titremişti.
İmam yıkama işini bitirdi. Dışarıdan orta yaşlı, yüzü traşlı bir adam içeri girdi. Elinde kefen vardı. Adam ölüye doğru giderken İhtiyarın gözleri adamın elinde sallanan kefene takıldı. Kefen darağacında sallanan bir idamlığı andırıyordu. İhtiyar bakışlarını yere indirdi. İmam, yüzü traşlı adam ve imama yardımcı vazifesi gören genç kefenlediler ölüyü. Sonra tabuta yerleştirdiler. Yardımcı genç dışarıdaki kalabalığa, tüm işlemlerin bittiğini haber verdi. Mezarlık yakındı. Önce cami bahçesine gidip cenaze namazı kıldılar. Ardından tabutu omuzlayarak önceden kazılan mezarın başına geldiler.
Ölünün yakınları hüngür hüngür ağlıyorlardı. Gözyaşları akarken bir yandan da anılar peş peşe sıralanıyordu zihinlerde. İyi kötü hatıralar, sözler, kırgınlıklar, mutlu veya hüzünlü geçen zamanlar ve tabi olmazsa olmaz keşkeler. Bu kadardı işte, buraya kadardı. Bir hayat daha yeniden başlamak üzere sona ermişti. İnsanlar mezara toprak atmak için sıraya girmişlerdi. Sırası gelen küreği kapıp donmuş elleriyle titreye titreye toprak atıyorlardı. Hayattayken belki birçoğu bırakın toprak atmayı yanlış bir söz söylemeye çekinirdi. Ama o bir ölüydü artık. İmam son kez “El Fatiha” dedi. Hep bir ağızdan “Allah rahmet eylesin” denildi. Taziye evine gitmek üzere mezarlıktan ayrıldılar.
Hafiften yağan kar rüzgârın da artmasıyla tipiye dönüşmüştü. İnceden bir uğultu yükseliyor, soğuk gittikçe artıyordu. Hava dışarıda durulacak gibi değildi artık. İnsanlar aceleyle araçlarını park ettikleri yere geldiler. Birkaç kişi ayrıldı kalabalıktan, diğerleri yollarına devam ettiler.
Cenaze namazına yetişemeyenler doğruca taziye evine gelmişlerdi. Mezarlıktan dönen kalabalık soğuktan büzülmüş bir halde eve attılar kendilerini. Sofada kurulmuş olan soba harıl harıl yanıyordu. Hafif aralık bırakılan krom kapaktan alevlerin yansıması görülüyor ve yanmanın şiddetinden ağır işleyen bir makinenin sesine benzeyen bir ses çıkıyordu. Mezarlıktan gelenler sobanın başına kuruldular. Donmuş elleri kısa sürede çözülmeye başladı. İhtiyarı taşıyan iki genç önce berelerini daha sonra montlarını çıkarıp sobaya attılar. Ateş bu kıyafetleri kaptığı gibi büzüştürüp yaktı. Yavaş yavaş ısınıyorlardı. Orta yaşlı, şişman kadın da mantosunu çıkarıp sobaya attı ve iyice ısınmış olduğundan uzaklaştı sobadan. Kefeni getiren yüzü traşlı adam da diğerlerinin yaptığını yaptı. Son olarak İhtiyar da montunu ve beresini çıkardı ve yanan sobaya attı. Soba tüm bu ikramları geri çevirmedi, yakaladığını tutuşturdu. Alevler metal kutuyu gümbürdetiyordu. İnsanlar soğuk hava giysilerini sıcağı gördüklerinden, hiç tereddüt etmeden bir daha kullanmayacaklarmış gibi alevlere teslim etmişlerdi.
Soğuk namına hiçbir şey kalmamıştı. Ne çatılardan sarkan büyük buz kütleleri ne de tipi vardı. İçerisi öyle sıcaktı ki ahşap tavandan ter damlıyordu. Ne ciğerlere dek işleyen soğuk ne de yerde biriken karlar vardı. Sofa ısındıkça ağlayanların gözleri kuruyor, yüzler gülmeye başlıyordu. Tarihler 20 Temmuz’u gösteriyordu sanki. Dışarıdaki mevsimden kimsenin haberi yok gibiydi. Soğuktan yüzü gözü morarmış insanlar, o soğuğa hiç maruz kalmamış, o anı hiç yaşamamış, üşümemiş, titrememiş, ağlamamış gibiydiler. Ölünün ve ölümün buz kesen havası çabucak unutuluvermişti.
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...