Zübde-i Âlem

Zübde-i Âlem

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Şeyh Gâlib

İnsan, varlık âleminin en kıymetlisi… Kâinatın kan ve düşünce ile mücehhez en zarif nüktesi…

İnsan, yaratılmışların en şereflisi, ahsen-i takvim üzere vücuda gelen eşref-i mahlukat silsilesi…

İnsan, etimolojik kökeni itibariyle Arapça bir kelimedir. Yakınlık ve ünsiyet anlamlarına gelmektedir. Aynı zamanda bir diğer anlamının da “unutkanlık” olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanı bu âlemin özü, ilahi esmaların tecelligahı ve varlıkların gözbebeği kılan başat mesele hiç şüphesiz yaratılıştaki büyük hikmet ve sırdır. Mahlûkatın eşrefi olan insan; fıtratında taşıdığı kemale kadem vurup yaşamını o kemali bulma ve cemali görme yolunda sürdürdüğü vakit meleklerin gıpta ettiği bir Hazreti İnsan olur. İnsanlık doğulan değil, olunan bir şeydir.

İnsanı, İslam irfan geleneğinde Hazreti İnsan diye vasıflandıran şey balçıktan yaratılan cismaniyet değil, Cenab-ı Hakk`ın insanın özüne yerleştirdiği manadır. Yani diğer bir tabirle, Şeyh Gâlib’ten mülhem insan, âdem olunca zübde-i âlem olur diyebiliriz. İnsanı âlemin özü kılan amil de, varlıkların gözbebeği kılan mana da insanın özünde yeşeren vasıflarda saklıdır. Bu manaya bir elif miktarı aşina olan arifler insan için âlem-i kübra lafzını kullanmışlardır. İnsan kâinatın nüktesidir. Varlık âleminin bütünü insanda hülasa edilmiştir.

Şair Gülşeni bir beytinde insandan şöyle bahsetmektedir:

“Âlemin maksûdu sensin cânı sen

Hayf ola kim olan şâkird-i ten.”

Bu dünyanın amacı sensin, canı sensin. Bu beyitin ikinci dizesinde yer alan fani teni şu şekilde izah etmekte fayda var: Eğer fani tene talebe olursan, bedensel ihtiyaç ve zevklerini hayatının asıl maksadı haline getirirsen sana yazık olur. Şair Gülşeni bu âlemin canı olan insanın kendi hakikatinden uzak ve kendi kadrinden düşük şeylere kıymet vermesinin yanlışlığını ifade etmektedir.

İnsan ve Nefs

İnsanın yeryüzünde mide ve şehvetten daha anlamlı bir hikâyesi olmak zorundadır. Muhakkak surette bilinmelidir ki nefsi emmarenin kürek mahkûmu olan bir insan, yeryüzünde muhakkak hüsran ile neticelenecek bir hikâye bırakacaktır.

Keza insanı fıtratından, kendisinden, taşıdığı büyük emanetten uzaklaştıran her fiil ve davranışın beslendiği nokta nefs-i emmaredir. İnsanlık çarşısında bütün mesleği hevesler dayatmak olan, kötülüğü emreden bir iç tehdit ve amansız bir düşmandır. O her yönüyle insanın mahvına yeltenen, kaygan bir zeminde yürüme çabasını biteviye akamete uğratan, her fırsatı insanın felaketi için kullanarak mahlûkatın zirvesinden gafletin gayyasına yuvarlamak için fırsat kollayan azılı bir düşmandır.

Fakat bu girift mevzuda unutulmaması gereken çok mühim bir hikmet bulunmaktadır. İnsan nefsiyle mücahede edip tekamüle yürür ve mertebelerini yükseltir. İki canibi arasında bulunan nefsinin geçici ve değişken kör heveslerine karşı aklının makul ve doğru taleplerini işleme koyar. Midesinin değil, kalbinin bağlı olduğu yolu tercih eder. Kurtuluşun selim ve akleden bir kalbin serin sokaklarında olduğunu öğrenir.

Kabul eder ve bilir ki bu kaygan zeminde, bu pusarık havada akleden bir kalp her zaman âlem-i kübrada iktidar olmalı. Nefs ise daima muhalefette kalmalı.

Çünkü nefsin mutlak hükümranlığında insan bütün ulvi vasıflarını yitirir. Nasıl ki mücahede insanı kurbiyete götürüyor, hakikate yaklaştırıyor ise; nefsani girdaplarda insanı kendisinden ve hakikatten uzaklaştırır. Kendisine yabancılaştırır. Öyle ki insan aynada kendisini tanıyamaz hale gelir.

Filhakika insanın kendi maden ve cevherinden uzaklaşması, kendisine armağan edilen vasıfları ayaklar altına alarak emaneti çiğnemek ile sonuçlanmaktadır. Sonrasında ne insana, ne çevreye ve ne de hiç bir canlıya merhameti kalmamaktadır. Merhamet, varlığı olduğu hal üzere saygı ile idrak etmek demektir. Merhamet ile bakmayan, canlı cansız her şeyi kendi hevesleri uğrunda kolayca araçsallaştırabilir. Kişisel çıkarları için bütün dünyayı içindekilerle birlikte ateşe verebilir.

İşbu varış noktası, insanın âleminde resmi bir düşüştür. Düşüşün şiddeti de bulunduğu yere nispetle ölçülecek olursa, insanın yaşadığı bu ciddiyetli savrulma ve yıkım mutlaka çok şiddetli olacaktır.

Çeşitli zaman ve mekânlarda insanda garip ve yıkıcı bir üstünlük fikri meydana gelebilmektedir. Bu fikir tekebbüre sırtını yaslayarak, niyet ve maksatların karmaşıklaşmasına neden olabilmektedir. Irk taassubunda boğulanlar, seküler fikir fanatizmine boğazına kadar batanlar, etnik anlayışını kutsayarak diğer insanlar üzerinde üstünlük kurma çabasında olanlar toplumda gürültüler koparmaktadır.

Şahsi olarak böyle düşünen kimselerin erdemli bir toplumun varlığına katkı sağlamaktan aciz olduğu kanaatindeyim. Kendisinden olmayanı aşağılamak, kendisine benzemeyeni düşman kabul etmek, onlara dair nefsani bir üstünlük fikri geliştirmek ruhlarda ve zihinlerde gezinen tahripkar bir aşağılık kompleksidir. Başkaları üzerine kendi varlığını dayatmanın yaratılıştan gelen vasıfların büyüklüğüyle ilgisi yoktur. Asıl olan insanın kendisine övgüsü değil, varlığın insanın erdem ve merhametine karşı övgüsüdür.

İnsan bu dünya çölünde, ilahi emanetlerin gölgesinde, varlık âleminin yüreğinde pür dikkat yürümeli, düştüğü vakit düştüğü yerden kalkıp seyrine devam etmeli. Küçük bir düşüşle, sıradan bir mağlubiyetle iktidarı nefse kaptırmamalı. Ta ki kemali bulsun, cemali görsün. Ne diyordu Şeyh Gâlib unutmayalım diye:

“Dikkatle bir bak kendine; sen bu âlemin özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.”

Söz&Kalem | Orhan Özsoy

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ