Söz&Kalem Dergisi - Vuslat Şen
Farkındalık kelimesi; o güne kadar gözümüze çarpmayan bir şeyin tarafımızdan fark edilmesi veya çoktandır iç içe, yan yana olduğumuz bir şeyin farklı yönlerini anlamanın ifadesi olarak çıkmaktadır karşımıza. Farkında mısın? şeklinde başlayan cümleler kurmuş veya duymuşuzdur bir çoğumuz.
Bedîüzzâman Hazretleri, insanın dünyaya talim ile tekemmül etmek üzere gönderildiğini söylerken, aslında bu kelimenin de kapısını aralamış olmaktadır. Zira insan, bilmeyen olarak geldiği dünyada, her şeyi tek tek fark etmek zorundadır. Her şeyi ya bizzat fark edecek veya fark ettiğini zannettiği insanları takliden o şeyi anladığını varsayacaktır. Anladığını varsaydığı şeyi öyle kabul edecek ve ona karşı kendisinde bir tavır geliştirecektir. Mesela ateşe elini sokmayacaktır veya suya girecek fakat yüzme kurallarına dikkat edecektir.
Gördüğümüz, tanıdığımız, anladığımız şeyler, elbette sadece bizim bildiğimiz ve anladığımız kadarıyla sınırlı değildir. Bir zaman bir arkadaş “Ateş ne yapar?” diye sormuştu. Ben de “Yakar” diye cevap vermiştim. Çünkü içine attığım bir şeyi yakıp kül ediyor, elimi soktuğumda ise elim yanıyor ve canım acıyordu. Fakat arkadaşım “Hayır! Ateş yakmaz” dedi. “Nasıl olur? Bilmiyorum ki ateş yakar. Gözümle görüyorum ki, yakıyor. Nefsimde yaşıyorum zira elim yanıyor” dedim. “Doğru” dedi. Söylediklerin gibi oluyor. Fakat ateş, Allah Teala dilediği müddetçe yakar. Eğer Allah Teala dilemezse yakmaz. Yani yakıcılık hususiyeti ateşin bizzat kendisinde yoktur. Yakan, Allah'tır ve ateşi vesile kılar deyince, “Allah Allah!” demekten kendimi alamadım.
Sonrasında tefekkür ettikçe gördüm ki, arkadaşım sözlerinde ne kadar haklıymış. Zira ateşe su döktüğümde sönüyor, önüne gelen her şeyi yakamıyordu. Demek bizzat kendisine ait bir özellik değildi yakıcılığı. Hadd-i zatında ateş, birisinin var etmesiyle vardı. Diğer bütün ateşler de ve yakıcılıkları da önümdeki ateşi var edene aitti.
Peki ya su? Su kime aitti acaba? Ya sudaki özellikler, onlar nereden gelmişlerdi? Üzerine döktüğüm ateşi söndürüyordu. Ateşe malzeme olan oduna, yani ağaca hayat oluyordu. Ateşten ya istifade eden ya da sıkıntı çeken bana dahi, hayat kaynağı hükmünde idi. Üzerinde yaşadığım dünyanın üçte ikisi onunla kaplıydı. “Evet” dedim kendi kendime. “Ateşin sahibi suyun da sahibidir.” Suyun sahibi ağacın da sahibidir. Benim sahibim dünyanın da sahibidir. Zira her şey birbiriyle alakadar ve birbirini tanıyor ve hükmünü icra etmekte her hangi bir zorlukla karşılaşmıyordu. Hoş bir heyecan duyuyordum ruhumda ve denklem devam ediyordu. Dünyanın sahibi, güneşin ve güneş sisteminin de sahibiydi. Samanyolu galaksisi de O’na aitti. Ve dahi bütün evren, bütün kozmos yani bütün kâinat O’nundu.
Farkında olduğum şu hakikat, ruhumda yaşadığım bu sevinç ifadesini, bütün kâinatın sahibi olan Allah'ın hak kelamında bulunuyor ve dudaklarımda “Lâ ilâhe illâllah” olarak dökülüyordu.
Hepimizin bildiği gibi şu kelam, tevhidin yani Allah'ı birlemenin ifadesidir. Evet, Allah vardır ve birdir. Yani her şeyin tasarrufu O'na aittir ve her şeyin dizgini O'nun elindedir. Biz ve etrafımızda fark ettiğimizi zannettiğimiz şeyler ise, aslında Allah Teâla’nın fark edilmesi içindir. O'nun fark edilmesi ve O'na marifetin yani O'nu tanımanın yolu Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)'den geçtiği içindir ki, bu cümle iman anahtarı olarak “Lâ ilâhe illâllah Muhammedür Resûlüllah” olarak lisan-ı şeriate yerleşmiştir.
Farkında mısınız?
Dünyanın küçülüp bir köy hükmüne geldiği, Allah’ın ihsanı olarak teknolojinin gelişip uzakların yakın olduğu, bir kimsenin oturduğu yerden başka yerlerdeki işleri yapıp denetleyebildiği zamanın insanları yani bizler, artık biliyoruz ki, gözümüze sınırsız dediğimiz kâinat, Allah'ın kudretine küçüktür. Allah'ın rahmeti, her tarafı kuşatıcıdır. Kâinat ve içindekilerin sahibi Allah'tır. Güneşi kendine musahhar edemeyen insan, rızkını kendi kazanıyor değildir. Yani elmayı ağacın dalına insan asamadığı gibi, başka hiçbir sebep de buna muktedir olamaz demektir. Kimse nerede doğacağına, hangi ana ve babanın evladı olacağına, rengine ve şekline kendisi karar verememektedir.
Elhasıl, Allah'ın sahip ve hükümran olduğu şu dünya hayatında, bütün gayret Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek olması gerekirken, bizlere neler oluyor ki nefsimizin kavgasına tutuşmuşuz?
Her şeyi geride bırakıp gidecekken, neden sahip olmaklık uğruna ebedi düşmanlıklar peşindeyiz?
Allah'ın hükümranlığında kullar olmak lazım gelirken, neden kula kulluk kavgaları içindeyiz?
Farkın mıyız? Ölüm var!
Farkında mıyız? Allah var!
Farkında mıyız? Ölümden sonra yepyeni ve daimi bir hayat var!
İsterseniz farkındalığın en güzel ifadelerden birisini Rabbimizden dinleyelim: “Ey İman edenler, iman ediniz...” (Nîsa Sûresi, 136)
Kalbi Selâm ve Muhabbetle...