Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
Giriş
Nasıl davranmalıyız? Esasında bu makalenin net bir şekilde anlaşılabilmesi için en başta sorulması gereken doğru soru budur. Çünkü birazdan göreceğimiz gibi, insanın egosuna terk edilmiş keyfi bir ahlak anlayışının bizleri götürdüğü absürt sonuçları ‘Marksist Ahlak’ın evlilik kurumuna bakış açısı’ özelinde hayretle müşahede edeceğiz.
Peki nedir Marksizm? Marksizm, en genel anlamda Karl Marks’ın hayata bir nizam vermek için ortaya koyduğu fikirler bütünüdür. Marks, bu fikirlerini ilk olarak “ilkel komünal” toplumlar gibi doğal ve ikinci olarak Platon’un Devlet’i gibi yapay temellere dayandırır. Bu temelleri bilmek, Marksizm’i daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Aile’nin Yapay Temeli: Platon ve Devlet
Platon’un ideal devlet düzeninde özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, toplumsal birliğin teminatıdır. Çünkü mülkiyet ve aile gibi bireye ait değerler insanlar arasında kıskançlığa ve devletin bölünmesine yol açar.
Bu nedenle Platon, ideal devletinde özellikle asker ve yönetici sınıfta özel mülkiyeti ve bireysel aileyi ortadan kaldırmayı vaaz eder. Böylece bu sınıflar, yalnızca topluma ait olduklarını hissederek toplumun refahını önceleyen bireyler haline gelir. Bir aile kurmayan, mal mülk sahibi olmayan bu bireyler, yalnızca devlet için çalışırlar. Öyleyse özel mülkler olması açısından hiç kimsenin kendine özel karısı veya kocası olmamalıdır. Öyle ki Platon şunları söyler:
“Bekçilerimizin kadınları hepsinin arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak. Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek.” (Platon, Devlet: 160).
Platon’da kadınlar ortak olduğu gibi, çocuklar da ortaktır. Bunun da ötesinde diyaloğun devamında kadınlar ve çocuklar birer meta, erkekler ise sağılması gereken bir hayvan nispetinde görülür:
“Bundan başka, savaşta ve başka işlerde yararlılık gösteren gençlere nişanlar, ödüller vermeli. Bu arada kadınlarla herkesten daha çok yatma hakkı tanınmalı onlara. Kendilerinden alabildiğimiz kadar çok döl almak için bundan daha iyi fırsat olmaz.” (Platon, Devlet: 164)
Platon’un bu ifadeleri, erkek ve kadının yaratılış amacını ve onurunu reddeden bir anlayışı vaaz ediyor. Marks’ın da kadına ve aileye bakış açısının yapay temeli budur. Marks, her ne kadar inkar etse de onun teorisinde insan, (kendisinin de eleştirdiği) “meta” kavramına indirgenir.
Aile’nin Doğal Temeli: İlkel Komünal Toplum
Marks’a göre insanlar ilk başta bireyselliğin, özel mülkiyetin ve evliliğin olmadığı ilkel komünal bir yaşam sürmekteydi. Birinin avladığı hayvan herkes tarafından paylaşılıyordu, çünkü tüm varlıklar (kadınlar dahil) ortaktı.
Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçilmesiyle birlikte ilkel komünal toplumlar arasında araç gereçler değer kazandı ve bu da özel mülkiyet bilincini doğurdu. Miras kavramı da bu bilincin bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Artık insanlar, miraslarını bırakacakları çocuklarının, kendi soylarından olduğundan emin olmak istediler. Bu nedenle erkekler çiftleştikleri kadınları işaretlemeye, ardından da sahiplenmeye başladılar. Marks’a göre evlilik ve aile kavramları bu sürece dayanır.
O halde yapılması gereken önceki doğal yapıya geri dönmektir. Marks bunu açıkça belirtir: “komünizmde özel mülkiyete yer yoktur”. Bu bağlamda tüm üretim araçları “herkese” aittir. Kadın da bu üretim araçlarından biridir. Çünkü o da topluma bir ürün (çocuk) vermektedir.
Marks’a göre evlilik kurumu bu anlamda kadının erkeğe ait olduğu, yani erkeğin özel mülk edindiği bir kurum olması bakımından temel teorisi ile çelişkilidir. Öyleyse yapılması gereken şey açıktır: evlilik kurumunun lağvedilmesi ve kadının ortaklaşa kullanımı.
Doğal ve Yapay Temellere Dayanan Sapkın Bir Hayalet
Karl Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldığı ve komünizmin başucu kitabı olan Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti” sloganıyla başlıyor. Ancak bizler bu hayaletin ahlaki açıdan bir sapık/sapkın olduğunu ifade etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bu hayalet, aile kurumunu yok etmek ve kadını da (doğurduğu için) ortak üretim araçlarına dahil etmeyi vaat etmektedir. Bu sistem, tıpkı Platon’da olduğu gibi “kadının ortaklaşa kullanıldığı” bir sistemdir.
Bazı insanlara göre Marksizm’e yöneltilen bu suçlamalar oldukça haksız olabilir. Hatta bazı dindarlar bile “o kadar da değildir abartmayın” diyebilir. Bunun da ötesinde bazı marksistler bile Manifesto’yu okudukları halde böyle bir düşüncenin varlığından habersiz olduklarını ileri sürebilir. Bize düşen ise iddiamızı kanıtlamaktır. Manifesto’da geçen o ifadelere birlikte bakalım: “Komünistlerin, kadınların ortaklaşa kullanımını getirmelerine gerek yok ki; en eski çağlardan bu yana var olan bir şey bu.” (Komünist Manifesto, Can yay: 72)
Görüldüğü gibi Marks burada, burjuvazinin yaptığı kadın eleştirisini kabul ederek; bizim bunu yapmamıza bile gerek yok, (ilkel komünal çağı kastederek) “bu zaten doğamızda olan bir şey” diyor ve yazının devamında burjuvanın kadına bakışını eleştirmekle birlikte kadının ortaklaşa kullanımını gizli olmaktan çıkarıp açık ve yasal hale getirmek istediğini vaaz ediyor:
“Aslında, burjuva evliliği, evli kadınların ortaklaşa kullanıldığı bir sistemdir; o yüzden, Komünistler olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanımını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırmak istemekle suçlanabilirler.” (Komünist Manifesto: 72)
Marks, bu görüşü halk arasında meşru göstermek için ayrıca Hristiyanların dini inançlarından örnekleme yapmaktadır:
“Hristiyanlık da özel mülkiyete, evliliğe ve devlete karşı sesini yükseltmemiş midir? Bunların yerine, hayırseverlik ve el açmayı, bekârlık kuralı ve nefsi kırmayı, manastır yaşamı ve Kilise’yi öğütlememiş midir?” (Komünist Manifesto: 79).
Burada Marks, evliliğe karşı çıkmak ve bekarlık kuralı ifadelerini; Hristiyanlıktaki din adamlarının evlenme yasaklarına atıfta bulunarak teorisini desteklemektedir.
Öyleyse kadının ortak kullanımı Komünizm’in çok açık ve net bir iddiasıdır. Bunda şaşırılacak bir durum yoktur. Kaldı ki Marks da bu görüşü ilk defa kendisinin ortaya attığını iddia etmez. Tam tersine bu görüşün çok köklü olduğunu; Platon’a ve hatta ilkel komünal toplumlara kadar dayandığını vaaz eder.
Sonuç Yerine Bir Soru:
Marksizm’in toplumun geleneksel ahlak standartlarına oldukça sert bir savaş açtığını açıktır. Peki felsefi açıdan bu bir sorun teşkil eder mi? Elbette etmez, çünkü ahlaki ilkeler oluşturmada bir sınır yoktur. Zaten ego doğası gereği sınır tanımazdır. Öyle ki “ahlak” egoizme terk edilirse ortaya çıkacak olası absürt sonuçlara “marksist teori” güzel bir örnektir.
Peki, ahlaki açıdan olmasa bile, Marks’ın en azından kendi sosyal teorisiyle çeliştiğini söyleyemez miyiz? Örneğin, seri üretim bantlarıyla birlikte emeğine yabancılaşan proletarya için mücadele ettiğini iddia eden Marks, aynı zamanda kadını ortak kullanım aracı olarak görmesi onun kendi ürününe (çocuğuna) yabancılaşmasına neden olmamış mıdır?