Eminönü’nde T1 nolu tramvaya binip Gülhane Tramvay İstasyonu’nda indim. Sağ kaldırımda yürümeye başladım. Biraz ilerde duvarın hemen dibinde mendil ve cüzdan satan, uzun siyah manto giymiş, başında kahverengi başörtü bulunan, Müslüman Anadolu kadınını her şekliyle temsil eden bir teyze gördüm. Oturmuş, başını öne eğmiş, sattığı mendillere ve cüzdanlara bakıyordu. 2 paket 10’lu selpak mendil ve 3 tane cüzdanı reklam broşürlerinin üzerine bırakmış, müşteri bekliyordu.
Selam verince beni gördü ve hemen ayağı kalktı. Hal hatır sordum, ‘iyiyim evladım' dedi.
‘Ne yapıyorsun burada’ dedi.
‘Dergiye insanların hayat hikâyelerini yazıyoruz. İsterseniz siz de hikâyenizi anlatın sizi de yazalım’
‘Evladım, benim hikâyemi sığdıramazsınız ki. Başımdan çok şeyler geçti.’
‘Siz anlatın, ben not alıp yazarım. Fotoğrafınızı da çekip hikâyenizi yazarız.’
‘Yok olmaz, fotoğrafımı çekmeyin. Siz en iyisi başkasıyla yapın. Boş verin beni ama alın bu selpak benim hediyem olsun’ dedi. Ben de teşekkür edip tamam dedim ve çantamı toplamaya başladım. Çantamı toplarken hafiften sorulara da başladım tabi. Çünkü ismini hikâyenin sonunda yazacağım bu teyzenin gözlerinde ‘boş verin’ derken bile keskin bir ‘boş verin’ olmadığını hatta ‘durun, biraz içimi dökeyim’ i gördüm.
‘Nerelisiniz’
‘Orduluyum’
O bu haliyle ve bu yaşta çalıştığını göre eşi hayatta olmamalıydı, ‘eşiniz yaşıyor mu?’ diye sordum. Oysa ‘Evet’ cevabını aldım. İşin başka yanı vardı:
‘Ayrıldınız mı?’
‘Evet’
‘Kaç yıldır?’
‘Tam 35 yıl oldu’
‘Epey olmuş. Sebep?’
‘İlk başlardı iyiydi ama sonradan İstanbul’a geldik. Bozuldu.’
Ben aradan çekiliyorum. Siz teyze baş başa kalın…
‘Ben… Ben 16 yaşında evlendim. 5 yıl evli kaldım sonra ayrıldık. Aslında evlenmeden 2 yıl önce yani 14 yaşındayken benim Almanya sevdam vardı. Eskiden radyolar çok idi. Benim abim de babamdan radyo istedi, çok ısrar etti. Babam da eve radyo aldı. Ne olduysa o zaman oldu. Sürekli radyo dinlerdim. Radyoda Almanya’ya çalışmaya giden insanlardan bahsedilirdi. Sürekli Almanya ismini duyunca haliyle bende de Almanya sevgisi oluştu. Almanya’ya gitmek istiyordum. Kafaya takmıştım, gidecektim. Ama yaşım tutmuyordu. Ailem de bendeki bu durumu görünce korktu. O zamanlar da hastaydım. Babam, beni Samsun’a hastaneye götürdü. Götürdüğü yerde tanıdığı bir kadın vardı. Ben hasta odasında uzanırken onlar da başka odada konuşuyorlardı. Babam kadına;
‘Bu kızı evlendirmemiz lazım, yoksa başımıza iş açacak. Senin oğlunun evlenme niyeti yok mu bunları everelim.’
Kadın;
‘Kızın istiyor mu? Eğer istiyorsa evlendirelim’
‘Benim kız şimdi evlenmek istemiyor. Ama tutturmuş Almanya’ya gideceğim diyor. Bunu bir şekilde tutmazsam başıma iş açacak. Tek çare evlendirip gitmesini engellemek. Eğer oğlunun da Almanya’ya gideceğini söylersek o zaman bizim kızı ikna ederiz’
Kendi aralarında konuşup anlaşmışlar. Babam, benim sözü kesmiş bile. Ama benim hiçbir şeyden haberim yok. Ordu’ya döndük. Akrabalarımın da benim evleneceğim hakkında bilgisi yok. Sadece annem ve babam biliyor…
Annem bana ‘Çocuk Almanya’ya çalışmaya gidecek’ demişti. Öyle deyince biraz ısınmıştım. Evlenip Almanya’ya gideriz, birkaç yıl orada kalır ve çalışır vatandaşlık alırız. Eğer eşime ısınmazsam ve sevmezsem, Almanya’da boşanmak kolay, hemen onu boşar ve hayatımı yaşarım’ diye düşünüyordum, onun için pek itirazım da olmadı bu evlilik işine.
Beni evlendirmek için Almanya’yı kullandıkları gibi evleneceğim kişiye de ‘bu kız Almanya’ya gidecek, sen de onunla birlikte Almanya’ya gidersin’ diye söylemişler.
Beni gelip istediler, nikâh için yaşım tutmuyordu. Onu da hallettiler. Yaşımı mahkeme kararıyla büyüttüler. Nikâhımızı kıydılar.
İki yıl birlikte eşimin ailesinin evinde kaldık. Bu süre zarfında ben de Almanya’ya gitme hayalleriyle yaşıyordum. Ha gittik ha gideceğiz… Eşimin ailesi ‘Almanya için başvuru yaptık, yakında gideceksiniz’ diyerek beni oyalıyordu. O zaman kandırıldığımı anlamıştım,
Eşim ardında 2 çocuk bırakıp askere gitti. O yokken ailesi bana çok eziyet etti. Sürekli sıkıntı veriyorlardı. Ama ben yine de sesimi çıkarmıyordum.
Eşim askerden geldiğinde benim hâlimi gördü, zayıflamıştım. Yüzümde ve vücudumda yara izleri… Beni bu halde görünce ailesine ‘Allah’tan korkun, ne hale getirmişsiniz bu kızı, yazık değil mi!’ diyerek rest çekip evden ayrılacağını söyledi. Çok geçmedi, birlikte İstanbul’a geldik’
Biraz araya girmek istiyorum. ‘Eğer ısınmazsam ve sevmezsem Almanya’ya gidince boşarım’ dediği eşi var ya işte onu çok sevmiş, ona bağlanmıştı. Ne güzel bir tablo değil mi? Anne, baba ve 2 çocuk…
İstanbul… Ah İstanbul… Doğudan gelip İstanbul’a yerleşen ve sonradan dağılan çok aile gördüm, duydum. Ama Karadeniz’den gelip aynı akıbeti yaşayanı ilk defa dinliyordum. Anladım ki bu koca şehir; din, dil, ırk, şehir ayrımı yapmıyor. Herkesle oynuyor ve herkesi vuruyordu.
Bundan sonrasını ben anlatmak istiyorum. Çünkü 14 yaşındaki heveslerinden dolayı 48 yılı dert ve çile içinde geçen 62 yaşındaki, mendil satıp geçimini sağlayan teyze anlatacak durumda değil. Gözleri doluyor teyzenin, her anlattığı olayda kim bilir anlatamadığı ne olaylar geliyor aklına ve artık konuşacak durumda değil…
İstanbul’a gelmişler, Çamlıca’da yıkık dökük bir ev kiralamışlar orada kalmışlar. İlk 2 yıl iyi geçmiş. Eşi kaynakçıda çalışıyor, kendisi de bir fizyoterapistin yardımcısı olarak iş buluyor. Yarım gün çalışıyor, yarım gün de çocuklarına bakıyor.
Derken eşi, işleri büyütmüş, öyle ki bir ofis açmış ve sekreter tutmuş. Teyzenin deyimiyle ‘açık saçık, boyalı, süslü birini’ getirmiş. Ne olmuşsa sekreterden sonra olmuş. Eşi ona ilgi duymamaya başlamış. Eve hiç gelmez olmuş. Nihayet onu terk etmiş, sonra mahkemede boşamış.
Daha gencecik yaşında 2 çocukla ortada kalmış. İş değiştirmiş. İşe gidince ev aklında, eve gelince geçim derdi ve 2 çocuk. Hem ana hem baba olmuş.
Bir diş doktorunun çocuklarına bakmaya başlamış. Doktorun biri kız biri erkek 2 çocuğu varmış. Kız 12-13 erkek 4-5 yaşlarında. Çocukların annesi iyi yolda değilmiş. Aradan zaman geçmiş. Doktor çocuklardaki olumlu yöndeki değişimi görünce kendisine teklifte bulunmuş. ‘Sen çocuklarıma iyi bakıyorsun, seni nikâhıma alayım’ diye. Kendisine de uygun görünmüş bu teklif. Ama doktorun şartı varmış ‘çocuklarından sadece birini getirebilirsin’. Kabul edilecek teklif değil. Hele de Müslüman bir Anadolu kadını için… ‘Hayır’ demiş, ‘ben yüreğimi dışarıda bırakamam’. Eğer her iki çocuğunu getirebilirse doktorla evlenmeyi düşünüyormuş. Bu mesele hakkında çok kafa yormuş, bir de 2 çocukla yaşadığı sıkıntıları da düşününce…
Bir gün doktorun kızı konuşmuş kendisiyle ‘abla’ demiş. ‘Sen çok iyi birisin, yüreği temiz bir insansın ama babam kötü işler yapan biri, onunla evlenip hayatını zora sokma’. Bunları duyunca vazgeçmiş aklını kurcalayan bu düşünceden. Günler geçmiş, doktorun kendisine karşı tavırları da değişmiş. Böyle devam edemeyeceğini anlayınca da işten ayrılmış.
Teyze bana bunları anlatırken büsbütün soyutlanmıştı bulunduğumuz mekândan. Mendil sattığını unutmuş, anlattığı anılarında yaşıyordu adeta. Önce 14 yaşına gidiyor, sonra babasının onu evlendirmesine… Ardından 25 yaşına geçiş yapıyor, 2 çocukla kaldığı günlere gidiyor. Yani anılarında yaşıyordu, yaşadıkları olaylar, belki de yaşayamadığı hayaller… Mekân dar geliyordu ona, mekândan çıkıp zamanda yaşıyordu. Çünkü zaman daha genişti onun için, 62 yıl, dile kolay…
Bu sırada müşteri geldi. Teyze de kedine geldiJ. Gelen müşteri 10 adet selpak aldı.
‘Oğul, çok bereketli geldin’
İsmini hâlâ yazmadığım bu teyzenin 2 oğlu da büyümüş, evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış. Annelerine Güngören’de ev tutmuşlar ve teyzenin kendi deyimiyle ‘harçlığımı veriyorlar’. Aslında çalışmaya ihtiyacı yok. Dilenci mi? Hiç değil. Peki, niçin mendil satıyor?
Ama 20 yaşından beri sürekli çalışmış, mücadele etmiş bir insanı harçlık verip evinde tutmak da kolay değil.
Son olarak, teyzenin kazancı günlük en fazla 20-25 tl, hafta içi evde kedileriyle vakit geçiriyor. Hafta sonları da gelip mendil satıyor. Öğle namazını kılıp satışa başlıyor. 5 gibi kapatıyor.
‘Niçin 5’ dedim. Zabıtalar 5’ten sonra dolaşıyormuş. 1 ay önce zabıtaya yakalanmış. 125 tl ceza kesmişler.
‘Yılbaşında cezalar silindi diyorlar, evladım. Bilmiyorum ki eğer cezayı vermezsem hastaneye de gidemezmişim’
Bu sohbetlerinden dolayı teşekkür ettim. Kendisi de dua etti. ‘Bu yazı yayınlanırsa bana da getirin’ dedi. Olur, dedim. Ayrılık vakti geldi. Çantamı yüklendim, gideceğim.
‘Adınız?’
‘Melek’
Anladım ki; İstanbul ne kadar büyük olursa olsun Melek teyzedeki iman daha büyükmüş. Genç yaşta başörtüsüyle geldiği bu koca şehirde kendini hâlâ muhafaza edebilmiş.
Not: Fotoğrafını çekmemize izin vermedi. Çünkü oğulları onun mendil sattığını öğrenirse çok kızacaklarmış.
“Yoksa insana her arzu ettiği şey mi var?” (Necm-24) Bazen mutlu son, bazen sonu hüsran, bazen pişmanlık dolu dönüşler, bazen de eziyetlerle dolu ama istikamet üzere sonlandırılan hikâyeler. Ama hiçbir zaman arzu edilen hiçbir şeyin gerçekleşmediği imtihan dolu hikâyeler. Ama vardır her insanın bir hikâyesi. Hikâyelerimizde buluşmak ümidiyle Allah’a emanet…
Söz&Kalem - Ömer POLAT