Ramazan ayının son günlerine girmiştik.. Telefonun karşı tarafında konuşan annemin ses tonu, bir şeylerin yolunda gitmediğini haber veriyordu..
Dedem, gittiği Ankara’da yürüyen merdivenlerden düşmüş, kafası kırılmıştı.. Yapılan tüm tetkikler temiz çıkmasına rağmen ayakları ağırlaşmış ve kendisine beyinciğinin üstünde bir kan pıhtısının olduğu söylenmişti doktorlar tarafından.. Nasıl bir acziyet değil mi? Koskoca bir çınar.. Yıllarca belediye başkanlığı yapmış.. Her çocuğunun kendisinden ayrı ayrı korktuğu bir ağa.. Ama azıcık ve belki de damla bile denemeyecek kadar az bir kan pıhtısı onun hayatını alt üst etmeye yetmişti.. Ayakları ağırlaşmış, denge sorunları yaşamaya başlamıştı.. Kan pıhtısı için yapılan ameliyattan çıktıktan kısa bir süre sonra belirlenemeyen bir nedenden ötürü beyin kanaması geçirmiş ve ağır bir ameliyata alınmıştı.. Ameliyattan belli bir müddet sonra da ambulans uçakla İstanbul’a getirilmişti..
İnsanların dünyevi rütbe ve makamları onları değerli kılar genellikle.. Yaşadıkları olaylar veya insanlar nezdinde gördükleri saygı da onlara karşı saygı duyulmasını sağlar.. Ambulans uçakla geldiği ânı iyi hatırlıyorum.. Hayatı boyunca hep saygı görmüş bir insanı ambulanslara yakıştıramıyor insan.. Doksana yakın yaşına rağmen yürümesi bir delikanlı gibi olan dedeme, o acziyeti yakıştıramadım ilkin.. Lakin hayat buydu.. Her kemalden sonra bir zeval; her gündüzden sonra bir gece vardı.. Ve hiç kimse bu dünyada kalıcı değildi..
Bitmek bilmeyen hastane yolları ve diriler kabri hükmünde olan yoğun bakım ünitesinde geçirdiğim süreç, bana tefekkür için iyi bir vakit verdi.. Hani insanın kulağının alışık olduğu sözler vardır.. Böyle çok ciddiye alınmayan.. Evet ben o sözü biliyorum deyip geçtiğimiz sözler.. Bu sözleri tek tek hatırladım hastane koridorlarında..
Bayram günü öğle namazından sonra aldığımız haber, bu sözlerin aslında yaşanılan sözler olduğunu da hatırlatmıştı bize.. Bir düğün konvoyu geçerken sağ şeritten, biz sol şerittekiler gözyaşlarımızı silmekle meşguldük.. Bitmek bilmeyen yollar, doğmak bilmeyen fecirler ve dinmek bilmeyen bir acı..
Daha yoldayken bir telefon daha alıyorum.. Karşı tarafta ağlamaklı bir ses bana, anne babasının Almanya’da kaza yaptığını haber veriyor.. Dua buyurun deyip kapatıyor.. Bir an durakalıyorum ve öğleden beri yaşadıklarımı canlandırıyorum zihnimde.. Bir boşluğa düşüyorum.. Düştüğüm boşluğun dibini bilemiyorum ama Medine geliyor aklıma: Bir gürültü duyuluyor Nebi’nin huzurunda.. Ve soruyor Nebi: “Bu gürültü nedir bilir misiniz?” diye.. Bir sessizlik hakim oluyor mescide.. Gökteki yıldızlardan biri: “Allah ve onun Resulü daha iyi bilir” diyor. Bunun üzerine kıpraşıyor dünyanın en güzel dudakları: “Bu, cehenneme yetmiş yıl önce atılan bir taşın gürültüsüdür. Taş, az önce cehennemin dibine vardı..” O taşın düştüğü dibe düşmüş gibi hissediyorum kendimi..
Gittikçe daha da uzayan yollar ve uzun bir sessizlik.. Az önce beraberdik ama şimdi yola çıkıp Almanya’ya gidecek.. Bir mesaj geliyor kayınbabasından.. Annesinin vefat ettiğini öğreniyorum.. Dalıyorum.. Dalıyorum.. Dalıyorum..
Kulağımın alışık olduğu sözlerden biri yankılanıyor zihnimde: Ölüm.. Bu kadar yakın mıydı gerçekten diye soruyorum kendime.. İmam efendinin vaazda okuduğu ayetler gibi miydi gerçekten ölüm? Beklemediğimiz bir anda perçemimizden tutup yakalayacak mıydı bizi?
Tüm bu sorular beni ümitsizliğin kıyısına götürüyor ve ellerime siyah bir gözlük verip hayata baktırıyor: Ağlayanları görüyorum.. Hastane köşelerinde evlatlarının Amerika’dan gelmesini bekleyen unutulmuşları.. Huzurevlerinde terk edilmiş yüzü kıvrımlı nineleri.. Mahkeme kapılarında isminin anılmasını bekleyen davalıları.. Üzerlerine fosfor bombası yağanları.. Ağızlarındaki mavi emzikle enkaz altında kalanları.. Kıyaya vuran cansız bedenlere uzatıyorum ellerimi.. Aylin bebeğin boynundaki kolyeyi arıyorum çamurun içinde.. Annesinin kefenine sarılıp uyuya kalan Zeynep’in saçlarını okşuyorum.. Açlıktan kemikleri eriyen bir bebeğin ağlama sesleri geliyor kulağıma.. İrkiliyorum.. Tüm zenginlik ve gösterişlerine rağmen birkaç metrelik beyaz kumaşa sarılan zenginlerin kabirlerine iniyorum.. Onca şatafata rağmen mezara indiremedikleri lüks arabalarına atlayıp eğlence mekanlarının önünden geçiyor ve kendilerini kandıran gençleri görüyorum.. Bir deniz kenarından geçerken balon patlatanları görüyorum.. Sahte silahlarla oyun oynayan kovboyları.. Bankamatik sıralarında sağı solu kolaçan edenlerin şifrelerini ezberlemeye çalışıyorum.. Nişantaşı’nın lüks sokaklarında turluyor, her şeyden korkanların işlerine ayrı ayrı tanrılar atıyorum.. Haber ajanslarının yaklaşıyor diye haber verdiklerinden ürkenlerin kulaklarına Ayetü’l Kürsi’yi fısıldıyorum.. Kaçanları ve kaçtıkça daha da yakınlaşanları durdurup en yakın mezarlığın adresini soruyorum.. Kapıda bekleyen zatın elime tutuşturduğu kağıdı cebime koyup, Her canlı ölümü tadacaktır yazan bir kapıdan içeri giriyor ve kendini adamış bir zatın kabrinde durup kendime geliyorum.. Uyanıyor ve çıkarıyorum gözlüklerimi..
Oturuyor ve soluklanıyorum.. Çıkardığım gözlükleri yavaşça yere bırakıyor ve hayat tabakalarından gelmiş bir ölümsüzün bana uzattığı gözlükleri alıyorum elime.. O da elime bir kağıt parçası tutuşturup yolculuğumun sonunda okumamı istiyor.. Tam kabirden çıkacakken dur diyor ve gözlüklerimi takmamı istiyor.. Gözlüklerimi takıyorum usulca.. Kabir kapısı bir anda bir tren istasyonu oluyor ve gelen ilk trene atlayıp Medine’ye varıyorum.. Gördüğüm ilk zata O’nu soruyorum.. İşaret ettiği yere doğru ilerliyorum.. Etrafında kümelenmiş insanlara bir şeyler anlatır halde buluyorum kendisini.. O’nu böyle pür dikkat dinleyen ve her an O’na feda olacak izlenimi veren bu kişilerin yüzlerine bakıyorum tek tek.. Bir adanmışlık buluyorum her hücrelerinde.. İsmi Enes olan bir delikanlının ikazıyla öne doğru ilerliyor, O zata kulak kesiliyorum.. İbrahim ve evladı İsmail’in kıssasını anlatıyor.. Diz çöküp dinliyorum.. Bir evlad nasıl kurban edilebilir diye soruyorum kendime.. Gözüm en önde oturan saçları ağarmış bir zata ilişiyor.. Her kapının çağırdığı zat bu mudur diye merak ediyorum.. Yanı başımda başka bir zat daha var.. Heybetli mi heybetli.. Hattab’ın oğlu bu mu acaba diyorum.. Her biri ayrı bir dünya.. Dalıyorum o gül yüzlünün kıssasına.. İbrahim’in gördüğü rüyayı anlatıyor.. Ve bir ağırlık çökerken üstüne ayetin devamı nazil oluyor ona.. Dağlar arasında gidip gelen Hacer’i.. Ayağıyla su çıkartan İsmail’i.. Babacığının onu kurban etmesini nasıl ister diyorum bir evlad.. Bu kadar mı adanmış bir aile? Rabb, hayatın bu kadar merkezinde mi olmalıydı?
Sonra kulaklarımda bir soru daha yankılanıyor: Senin İsmail’in ne? İsmail’in sadece bir şahıs olmadığını ve bu zamana ait bir meta da olabileceğini kavrıyorum.. Kavradıkça diplerden çıkmaya başlıyorum yavaşça..
Aydınlığın yakınlarda olduğunu hissediyorum.. Kurtuluşa doğru giden bir gemiye atlıyorum.. En önde, oğluna nasihat eden Nuh’u işitiyorum.. Ve bir şehrin sokaklarından geçerken kavmine yalvaran Lut’u görüyorum şehrin en orta yerinde.. İlerliyorum.. Az daha aydınlanıyor dünyam.. Karanlık gibi görülen hayatların kabir kapısında parladığını görüyorum.. Asırları aşıp Sanayi Devrimi mabedlerinin tepesine çıkıyor ve zeytinlikleri bol şehri izlemeye dalıyorum.. Karanlık geceyi bombalarla aydınlatanların beynine bulaşıyorum.. Felçli bir adamın uykuları kaçırdığını izliyorum.. Kartallar gibi indirici darbeyi indirenlere bir tekbir getiriyorum.. Sekinetle oturduğum çay evinde İsmailiyye kentinde görev yapan bir muallimin yaptığı konuşmalardan bahsedildiğine şahit oluyorum.. Bir yiğit varmış diyor başka biri.. Ocağın ayazında açan kardelenlerin haberini okuyor liseli bir talebe.. Ve Eylül’ün beşinde bir yağmur yağıyor yaylaya..
Aydınlanıyor, rahatlıyor ve sekinet buluyorum.. Hayatın tüm karmaşası bir anda gözümde küçülüyor ve dünyayı bir topaç gibi sallıyorum.. Merkez kaç kuvvetlerini ahirete odaklıyor ve kendimi adıyorum.. Adandıkça kuvvetleneceğimi, adandıkça kıymetleneceğimi biliyorum.. Kapalıçarşı esnaflarında ucuz olsa da çeyrek altın, adanmışların çarşısında ucuz olmayan şeyleri not alıyorum..
Yolculuğu bitiriyor ve yine aynı kabrin başında açıyorum gözlerimi.. Ellerime tutuşturulan ilk kağıdı açmam isteniyor.. Açıyorum.. Okudukça eriyorum: Bu koşuşturmanın içinde bir yok hükmünde olduğunu anladın umarım.. Yaptığın ilk yolculukla zulmet diyarlarını gezdin.. Acizliğin ve fakirliğin karşısında binlerce kez ölümü temenni ettin.. Göğsün daraldı.. Kalbin sıkıştı.. Sonu gelmeyen ihtiyaçlarının, bitmek bilmeyen fakrının olduğunu iliklerine kadar hissettin.. Bu halden kurtulmak için bir reçete arıyorsan ikinci kağıtta yazanlara kulak ver..
Kâğıdı kapatıyor, usulca ikinci kâğıdı alıyorum ellerime.. Okuyacağım her kelimeye bağlı kalacağıma dair bir yemin töreni düzenlemek geliyor içimden.. Aydınlığa hasret hücrelerime bir reçete bulmanın heyecanıyla açıyorum kağıdı: Nihayetsiz aczin ve nihayetsiz fakrından kurtulmak; hayatın karmaşasından en az zararla çıkmak; bela ve musibetlerden hayır elde etmek ve karanlıklardan nûra çıkmak için kendini her şeyin kendisinde hayat bulduğu ve her şeyin kendisi için adandığı zata ada! O’nda hayat bul.. O’nun aşkıyla cezbeye gelen kainatla beraber sen de onu zikret.. O’nun için yaşa.. O’nun için öl.. O’na eğilip O’na secde et.. Sadece O’nun için al ve sadece O’nun için ver.. O’nun yoluna adananlarla birlikte sen de kendini ada.. Ceddin İbrahim gibi kendini ada ki ateşler seni yakmasın.. İsmail gibi adan ki bıçaklar seni kesmesin.. Musa gibi adan ki denizler sana yarılsın.. Meryem gibi adan ki kalemler Zekeriya’nın safında birleşsin.. İsa gibi adan ki ruhun göklere çıksın.. Adan ki göğsünün en orta yerindeki boşluk dolsun.. Hüznün son bulsun.. Adan ki hayatın da, ölümün de Alemlerin Rabbi olan Allah için olsun..
Eğer adanmazsan hayat sana bir boşluktan başka ne ifade edecektir ki?
Söz&kalem - Serdar AYHAN