Söz&Kalem-Mustafa Gözel
İslam coğrafyası, tarihi boyunca birçok büyük felakete ve istilaya sahne olmuştur. Moğol İstilası ve Haçlı Seferleri, bu felaketlerden sadece birkaçıdır. Müslüman halklar, bu dönemde katliamlara, sömürgelere ve işkencelere maruz kalmış, büyük bir zulümle karşılaşmışlardır. Moğollar, İslam topraklarında gerçekleştirdikleri katliamlarla o kadar vahşi bir boyuta ulaşmışlardı ki, o dönemi bize anlatan tarihçi İbnü’l Esîr, “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim!” diyerek bu dönemin korkunçluğunu dile getirmiştir. Haçlılar ise Kudüs’ü ele geçirerek orada yaşayan Müslümanları büyük bir korku ve dehşet içinde bırakmış, şehir sokakları kanla dolmuştur. Guibert de Nogent'in, Dei Gesta Per Francos adlı eserinde, Kudüs’teki katliamları şu şekilde anlatmaktadır: "Haçlılar şehri ele geçirerek içindeki Müslüman ve Yahudi nüfusunu kılıçtan geçirdiler. Şehir sokakları kanla doldu ve Haçlılar, Tanrı'nın bu zaferi için şükürler sundular."
Bu katliamlar ve istilalar, İslam coğrafyasındaki zalim yönetimlerin despotik uygulamaları ile birleşmiş ve Müslüman halklar üzerinde derin bir sindirme etkisi yaratmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, sancılı dönemlerine rağmen Müslüman halkları geniş bir coğrafyada bir arada tutabilmişken, son dönemlerinde yaşanan meşrutiyetler, iç darbeler, batı taklitçiliği, milliyetçilik ve ayaklanmalar, imparatorluğun çöküşüne yol açmıştır. Osmanlı'nın yıkılışı, beraberinde birçok Batı özentisi ideolojiyi getirmiştir. Batı, uzun yıllar mezhep çatışmaları, kilise-toplum çatışması ve ideolojik çekişmelerle uğraşırken, İslam coğrafyasında da benzer bir kader yaşanmıştır. Osmanlı'nın yıkılışı, küçük devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu devletler arasında milliyetçilik anlayışı öne çıkmıştır. Artık "ümmet" anlayışı yerini "milliyetçilik" ideolojisine bırakmıştır.
Düne kadar Müslüman bir birey İstanbul’dan, Kahire’ye kadar rahat bir şekilde seyahat edebiliyorken, bugün daracık bir toprak parçasına hapsedilmiş. Artık onun bir sınırı vardı. Onun ümmet anlayışı yıkılmış, “Türk” kimliği, “Arap” kimliği ön plana çıkmıştı. Artık onun için dünya kendi ırkından ibaretti. Dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın acısı, kendisi için bir şey ifade etmiyordu.
Müslüman halklara yönetici olan liderler, batı yanlısı politikalara başvurmuş, batı tarzı ilke ve inkılapları kendi halkları üzerinde uygulamaya başlamışlardı. Bu ilke ve inkılapların başında “milliyetçilik” geliyordu. Milliyetçilik, İslam dünyasında bir arada yaşayan farklı etnik grupların birbirine düşmesine yol açmıştır. Bu durum, emperyalist güçlerin işine gelmiş ve onların bölgedeki etkilerini artırmasına zemin hazırlamıştır.
İslam coğrafyasındaki devletlerin iç dinamikleri, milliyetçilik çerçevesinde şekillenirken, zayıf kalan bölgeler, emperyalizmin, siyonizmin ve diğer bilumum şer odakların hedefi haline gelmiştir. Afganistan, Keşmir, Çeçenistan, Irak, Filistin ve daha birçok bölge… Buralarda düşmana karşı direniş gösteren, topraklarını savunan, din ve namusunu korumaya çalışan Müslümanlar, medya yoluyla “terörist” olarak lanse edildi. Dünyanın en sıradan olan bu insanları, devasa bombalarla katledildiler. Yine bu insanlar intikam almak isteyince de “cihatçı teröristler” dediler. Müslüman halklar da bu kara propagandalara kapıldılar.
Suriye’deki katliamlar bir yana, Hollywood’un yeşil sahnelerinde çekilen görüntüler piyasaya sürülünce, İslam’ın “cihad” anlayışı üzerinde olumsuz etkilere yol açtı. Artık elinde silah, dilinde tekbir olanlar birer, “vahşi terörist” olarak algılanmaya başlandı. Adeta toplumsal bir değişim yaşanıyordu. Düşünün; biri sizin evinizi basıyor, çocuklarınızı katlediyor ve siz de intikam almak istediğinizde, komşunuz sizi “terörist” olarak görüyor. Ne acı bir durum!
Öte yandan, uzun yıllar terör rejimi, Filistin’deki Müslümanlara karşı gerçekleştirdiği katliamlar, artık alışılagelmiş bir hal almıştı. Müslümanlar, terör rejiminin “yıkılmaz bir kale” olduğuna kani olmuş ve bu durumu içselleştirmişlerdi. Ya da “bilim ile uğraşmayan ülkelerin sonu böyle olur” anlayışına kapılmışlardı. Yani suçu vahşi katliamlar gerçekleştiren emperyalist ve siyonistlerde aramak yerine, bu katliamlara maruz kalan Müslümanlarda arıyorlardı. Siyonistlere açıkça destek sağlayan markaları tüketmekte bir beis bulmuyor, tam aksine o markalara övgüler diziyorlardı. Müslümanların çocukları, kendilerine kahraman olarak sunulan Netflix ve Hollywood’un sahte kahramanlarını rol model alıyor ve onların yaşam tarzlarını benimsiyorlardı.
7 Ekim 2023 tarihinde Aksa Tufanı ile başlayan harekât, bu gidişatın seyrini değiştirdi. Hamas’ın öncülüğünde başlatılan bu direniş, tüm dünyada yenilmez bir güç olarak algılanan terör rejimi ve ordusunun kâğıttan kaplan olduğunu gözler önüne sermiştir. Terör rejiminin 1948 yılından itibaren dünya Yahudilerine vadettiği “güvenli bölge” algısı bir günde yerle bir oldu.
Aksa Tufanı operasyonundan sonra Gazze halkının göstermiş olduğu kararlılık ve teslimiyet, küresel bir tebliğ aracına dönüştü. Batının uzun yıllardır ördüğü “İslamafobi” duvarı, bu teslimiyet, inanç ve kararlılık karşısında bir anda yıkılıverdi. Müslüman halklara yönelik algı sisi birer birer dağılıverdi.
Terör rejiminin barbarca saldırıları, Müslüman halklarda derin travmalar yarattı. Bu travmalar, elbette Müslümanların zihinlerinde birer fotoğraf karesi olarak kalmayıp somut adımlara dönüştü. Müslümanlar, düne kadar tükettiği siyonist mallarına “domuz eti” gözüyle bakmaya başladı. Boykotlar küresel bir yaşam tarzına dönüştü. Bununla birlikte alternatif çarşılar ve marketler oluştu.
Harekâtın sözcüsü Ebu Ubeyde, Hollywood ve Netflix’in tüm sahte kahramanlarını bir anda yıkıverdi. Artık Müslüman çocukların sahte değil, gerçek bir kahramanı oluvermişti.
İslam dünyasındaki aciz birer et yığını olan liderler, eli kopmuş, bacağı kopmuş çocuklara alay edercesine eldiven ve çorap gönderirken, Müslüman kadınlar bileğindeki bilezikleri infak ediyordu direnişe. Müslümanların evlatları hayalini kurduğu oyuncaklar için aylarca biriktirdikleri harçlıkları direnişe infak ediyordu. Bin bir zorlukla, taksitle aldıkları motosikletlerini, arabalarını infak ediyordu Müslümanlar. Gelinler ziynetlerini infak ediyordu. Aksa Tufanı, Müslümanların adeta yaşam tarzını değiştirmişti.
Özellikle Türkiye’deki Müslüman STK’lar çatı platformlar bünyesinde birleşip ortak etkinliklere imza attılar. Direniş, onları adeta birleştirmişti. Uzun yıllar atıl durumda olan vakıf ve dernekler tekrardan aktif hale getirilmişti.
Siyonizmin şeytani “Vadedilmiş Topraklar” planı tekrar gündeme gelmiş ve sadece Filistin ile sınırlı olmadığı gerçeği kamuoyu tarafından kanıksandı. Terör rejiminin Lübnan’a, İran’a, Suriye’ye, Yemen’e ve son olarak Katar’a olan saldırıları göstermiştir ki sadece tehlikede olan Filistin değil, tüm Ortadoğu ülkeleridir.
Harekâttan sonra terör rejiminin gerçekleştirdiği katliamlar, ikiyüzlü batının gerçek yüzünü de tüm dünyaya göstermiştir.
Aksa Tufanı, sadece bireysel ve toplumsal düzeyde değil, aynı zamanda İslami hareketler ve devletler açısından da derin bir muhasebe gerektiren bir olgudur. Bu operasyon, askeri, taktik ve stratejik boyutların ötesinde, Batılı değerlerin hayat, ölüm, insan hakları ve demokrasi gibi temel kavramları nasıl şekillendirip kullandığını gözler önüne seriyor.
Bu süreç, Müslüman toplumları için de önemli bir iç muhasebe fırsatı sunar. Enkaz altından yükselen sesler, İslam dünyasında derin bir öz eleştiriyi teşvik eder. Müslümanlar, bu yansıma üzerinden kendi kimliklerini, değerlerini ve inançlarını gözden geçirme fırsatını bulmalıdır.