Tek tek öldürüyordu sevdiklerini. Öylesine soğukkanlı, öylesine hissiz…
En yakınlarına bile hiç acımayarak…
Aniden gözlerini boşluğa dikerek, umarsızca…
Zihninde bir darağacı kurulmuştu. Sevdiklerini, anılarını, dünden kalan her şeyini, tek tek yağlı bir urgana geçiriyor, hiçbir şeyi affetmiyordu. Öyle apansız, öyle alelade…
Bir sel dünden kalan her şeyi önüne katıp götürüyor, hayatını tarumar ediyordu. Kendi kendini terk ediyordu aslında, ruhsuz bir cesede dönüşüyordu. Bütün sevdikleri sonsuz bir karanlıkta kaybolup gidiyorlardı.
O an, ah o hatırlayamadığı meş-um an, hayattan koptuğu saniye yok mu? Nasıl da acımasızdı! Tek tek öldürüyordu sevdiklerini. Acısız ve kansız… Hepsini unutarak…
Bir insanı öldürmenin tek yolu ona silah doğrultmak değildi ya! Zihninde ona dair bir gölgenin bile kalmaması ölüm değil miydi? En zor ölüm, sevdiğinin gözünün önünden gitmesi değil yüreğinden silinip gitmesiydi. Bir anda, hiçbir emaresi kalmadan…
Elindeki albümün bir sayfasını daha çevirdi. Resimleri tekrar tekrar inceledi. Etrafında ne çok insan vardı. Her yerde, her karede. Kimdi bunlar kim? Korkunç bir bataklıkta çırpınıp duruyor, çırpındıkça da batıyordu. Zihninde, anılarında, yüreğinde bir gölgesi bile olmayan siluetler… Kim bu fotoğraflarda gülümseyenler?
Sabahtan beri baktığı her resimde bir hatıra, tanıdık bir his, bir yürek kıpırtısı aradı. Fakat nafile, yoktu. Albümü hızla kapattı. Hatırlamıyordu işte! Sert esen rüzgârlar, benliğini aydınlatan lambaları söndürmüştü bir kere. Ruhu asırlardır terkedilmiş kapkaranlık bir harabeye dönüşmüştü. İnsanın kalbini ısıtan anılar olmadıktan sonra elinde fotoğraflar olması ne ifade ederdi ki!
Hepsinden bir anda kurtulmalıydı. Hem de hemen! Düşündüğü şeyi yapıp yapmamakta biraz tereddüt etti. Sonra ani bir kararla ayağa kalktı. Birkaç adım ötesindeki sobanın yanına geldi. Sobanın çengeliyle kapağını kaldırdı. Bir iki dakika ateşi izledi. Koltuk altına sıkıştırdığı albümü eline aldı. Saatlerdir çırpınıp durduğu bataklıktan kurtulmanın tek çaresi buydu. Harlı sobanın üzerine eğildi. Büyük bir soğukkanlılıkla elindeki albümü sobanın içine attı. Albümün tutuşmasını bekledi. Üzerine eğildiği ateşin yüzüne vuran ısısını hissetti. Ateşe düşen güzel yüzlerin, içten gülüşlerinin yanışını izlerken dudak kenarlarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Harlanan ateşin renklerine boyanan yüzünde, büyük bir rahatlama okunuyordu.
Sobanın kapağını kapatınca, üzerinden bir yük kalktı. Saatlerdir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen portrelerin, yüreğinde oluşturduğu girdaptan kurtulmuş gibiydi.
“Belki de hiç olmadılar. Olsaydılar biraz olsun hatırlardım. Tamam, herkesi unutursun da insan evladını unutmaz ki! O buralarda gidip gelen adam, bana yalan söylüyor herhâlde.” Bu fikir ona daha iyi geldi. Gerçi yapayalnız hissetti ve korktu. Adam kimdi? Acaba ona zarar verir miydi? Fakat bu bile hatırlamaya çalışıp hatırlayamamaktan daha iyi bir duyguydu. En azından kalbinin düştüğü girdaptan, o boğulma hissinden kurtuluyordu. Omuzundaki şalı iyice sıkıp kollarını bağladı.
Oturduğu koltuğa döndü. Ateşin bozulan ahengi odayı fazlasıyla ısıtıyordu. Yanan anılarının sobadan gelen çıtırtıları dinleyerek uykuya daldı.
Kapı zilinin sesiyle uyandı. Odadan çıkınca mutfaktan gelen adamın kapıyı açtığını gördü. Kapının önünde birkaç kişi vardı. Adam:
“Hoş geldiniz, çocuklar!”
“Hoş bulduk baba, annem nasıl? Albümü verdin mi?”
“Verdim. Sabahtan beri bakıyor ama…” Yaşlı kadın kapı arasına geldi. Gelenlerin yüzlerini inceledi. Bunlar şeylerdi. Zihnini zorladı. Kim olduklarını çıkarmalıydı. Baktı, baktı. Şey ya ııııııı… Resimdeki kişilerdi. Peki, resimdeki kişiler kimdi?
“Annem ayaklanmışsın!” Delikanlıya anlamsız baktı. “Anne” mi diyordu. Evlatları mı vardı? Zihninde bu adama ait tek kare albümdeki resimlerdi. Ama ona anne diyordu. Doğurmuş, büyütmüş, bir ömür emek vermişti. Kim bilir ne kadar sevmişti. Şuan onu tanımıyordu. Gözleri doldu. Birden içindeki her şey kırılıp döküldü. Yüreği cam kırıklarıyla doldu ve attıkça kanadı. Gözlerinden yaşlar süzüldü.
Herkes vardı, her şey yerli yerindeydi. Ölüm onun içindeydi. İradesini felce uğratarak, insani hiçbir duyguya hayat hakkı tanımıyordu. Ölüyordu her şey onun benliğinde… Hiç yaşamamışçasına… Sevmemişçesine… Her şeyi unutarak…
Söz&Kalem - Meryem Varol