Güneşli bir Pazar günü herkes yakınlarıyla beraber günün tadını çıkarıyor. Hikayesini yazabileceğim kişileri arıyordu gözlerim. Derken sol tarafımda İki bacağı yarısına kadar olmayan ve her ikisini de sarmış, tekerlekli sandalyede birin gördüm. Tekerlekli sandalyesi eski ve kirlenmiş. Elli-altmış yaşlarında, deri ceketli, sert görünüşlü, beyaz saçı ve sakalı birbirine karışmış, mendil satan bir yaşlı. Gelen geçen insanlara mendil uzatıp satmaya çalışıyor. Kimileri alıp ücretini veriyor, kimileri de yaşlı amcanın kazancına yardımcı olmak için ihtiyacı olmadığı halde birden fazla alıyor.
Hafifçe yanına sokuldum bu yaşlı adamın. Selam verdim, kolaylıklar diledim.
“Bizim bir dergimiz var. İnsanların hayat tecrübelerini yazdığımız. Sizinle de röportaj yapıp tecrübelerinizi yazalım.”
“Yok” dedi. “Benim işim var, yapamam”
“Fazla tutmayız, biraz sohbet edeceğiz, hayatınızı dinleyeceğiz”
“İstemiyorum, çok derdim var zaten, dertlerim başımdan aşkın” dedi.
“Tamam” deyip vazgeçtim. Son cümleyi kurarken hafif sert, donuk ve tavizsiz bir tonda söylemişti.
Hemen yakınımızda bir camii vardı. Ben de yaşlı adamın yanından ayrılıp dışarıda abdest almak için çeşme başında sıraya giren cemaati görünce oraya doğru yürüdüm ve abdest sırası bekledim. Beklerken birden geldiğim yöne bakmak geldi içimden. Dönüp baktım, bu deri ceketli sert görünüşlü ve “benim dertlerim çok” diyen, bunu söylerken bile sert ve donuk bir ifade takınan yaşlı adam, her iki eliyle gözyaşlarını siliyordu. Gözleri dolmuştu demek.
Aslında bu hareketi bile çok şey anlatıyordu. Her gün gelip burada mendil satması ve insanların ona bakıp geçmesi onunla alışveriş yapması… Velhasıl İstanbul’un bu hızlı hayatı ona, onu unutturmuştu. Belli ki onunla konuşunca hatırlamıştı kendini, hayatını hatırlamıştı, ben ondan ret cevabını alıp uzaklaşınca gözyaşları yakınlaşmıştı ve eşlik etmişti ona. Gözyaşlarının tercümanlığı belli bir yere kadar anlatıyordu bize ama başka neler yaşamıştı bu adam? Kim bilir…
Namaz kılıp yola devam ettim. Gülhane’ye doğru yol aldım. Melek Teyze’yi görürüm diye. “Yazı çıkarsa bana getir” diye rica etmişti. Onu görüp yazısını verecektim. Gittim ama yerinde yoktu. Ben de Gülhane parkına doğru yol aldım. Boş bank arıyordum ama genellikle doluydu. Uzunca bir yürüyüşten sonra bir kişinin oturduğu bir bank buldum. Banktaki kişiye selam verip oturdum. Park çok canlıydı, güneşli güzel bir günde ailecek gelip piknik yapanlar, koşuşturan çocuklar, kuş sesleri, parkın yeşillikleriyle ilgilenen çalışanlar. Manzarayı seyrederken Önümüzden İngiliz atlarına binen iki polis ve onlara meraklı gözlerle bakan insanlar…
Sol tarafımda oturan orta yaşlarda, kot pantolon giymiş biri vardı. Kendiliğinden gelişen bir sohbet başladı. Adı Akif, 44 yaşında, Kahramanmaraşlı ama Alanya’da oturuyor. Çalışmak için 7 ay önce gelmiş İstanbul’a. Yeni yapılacak metroda tünel işçisi olarak çalışıyor. 15 günde bir verilen izinle gelip buralarda dolaşıyor.
Sohbet etmeden önce canı sıkkın bir şekilde etrafına bakıyordu. Sohbet ilerleyince kendine geldi biraz. Yılların biriktirdiği sıkıntıları dile getirince rahatladı. Söz onda:
“18 yaşında evlendim. Yaşım daha genç olduğu için çalışmıyordum. İki yıl babamın yanında kaldım. Askerlik vakti yaklaşmıştı. Ben de iş arama durumumu mahalleden tanıdığım orta yaşlı bir komşumuza anlattım ‘sen askerden dön sana bir iş buluruz’ dedi. Askerliğimi yapıp döndüm. İlk işim bu komşumuzu bulmak oldu. Yardımcı olması için yanına gittim. Tanıdığı biri varmış, kahvehane işleten, onun yanına götürdü. Kahvehane sahibi ile konuştuk anlaştık. Ertesi gün çalışmaya başladım. Aradan haftalar geçti. Zaman geçtikçe içim daralmaya başlamıştı. Kendimi suçlu hissediyordum. Çünkü çalıştığım yerde kumar oynuyorlardı. Vicdanen çok rahatsız oluyordu. Ama, ama evliydim… Geçimimi sağlamak için para kazanmam gerekiyordu. Maalesef çalışmaya devam ettim.
Maddi sıkıntılar yüzünden istemediğim halde kumar oynayanlara hizmet ettim. Tam 17 yıl. Bazen kendimi de o masalardı buluyordum. Bir defasında 360 tl kaybettim. Aldığım maaş 700 tl civarındaydı. Yani tek seferde kaybettiğim miktar aylık maaşımın yarısıydı. O zamanlar babam Maraş’tan bir haftalığına bize misafirliğe gelmişti. Para kaybettiğim o günün yarınında memlekete dönecekti. Babama otobüs bileti alacak parayı bulamayınca o gün bu yolun yanlış bir yol olduğunu anladım. 17 yılın sonunda da ayrıldım bu kahvehane işinden”
Akif abi… Kötü işlere bulaşmıştı kendi ifadesiyle, çok haram, işlemişti. Bu konulardan konuşunca yani yaptığı hatalardan bahsedince utanıyordu, pişmandı ve her defasında “keşke yapmasaydım” diye yakınıyordu.
Ömrü boyunca alnı seccadeye değmeyen Akif abi 'keşke zamanında başlasaydım namaza’ diyordu. Birkaç ay önce Cuma namazına gitmiş. Namaz çıkışı patronu aramış “derhal işe gel” demiş, gitmiş.
“Neredeydin?”
“Cuma namazına gitmiştim”
“Ben anlamam, bugünkü yevmiyenden düşeceğim.”
“Ben yanlış bir şey yapmadım, sadece namaza gittim. Ömrüm boyunca alnım seccadeye değmedi. Niçin böyle yapıyorsun?”
“ …”
İç huzur ve maneviyat eksik olunca insanlar bu eksikliği doldurmak için farklı uğraş alanı edinirler. Ama sonuçsuz kalır. Çünkü edinecekleri uğraşlar belli bir süreye kadardır. Fakat iç huzur ve maneviyat devamlılık ister. Bu devamlılığı da kişi Rabbiyle sağlam bir iletişim kurarsa sağlar. Akif abide de uzun yıllar kötü bir yerde çalışmanın ve kötü bir ortamda bulunmanın verdiği vicdani rahatsızlık, işsiz kalma, kredi çekme şimdi de çalıştığı yerden alması gereken maaşın sadece üçte birini alması ve eğer çıkarsa bir daha iş bulamama korkusu… Bütün bu olumsuz durumlar onu; çaresizlerin, kimsesizlerin sahibine yöneltmişti. Sürekli Rabbi ile olan bağını güçlü tutmak istiyordu. Cuma namazlarına bir saat erkenden gidiyordu vaazleri dinlemek için. Ayrıca telefonuna ilahiler indirip ilahiler dinliyordu
“Kur’an okuyor musun?” diye sordum.
“Hayır”
“Hiç camiye gitmedin mi Kur’an öğrenmek için?”
“Ben küçükken annem beni yaz Kur’an kursuna göndermişti. Cami imamı elifbayı okuyamadım diye kızmıştı. O günden sonra gitmedim ve haliyle Kur’an okumayı öğrenemedim.”
Ne acı! Acaba imam geriye nasıl bir hayat bıraktığını düşündü mü hiç? Küçük yaşında ve temiz bir fıtratla gelip hayatının geri kalanında da bu temizliği bu paklığı sürdürmek isteyen taze dimağlara bunu yapmak cinayet değil midir?
Bu kadar sıkıntı çekmiş, kötü yola düşmüş, Rabbinden uzak kalmış sonrasında pişman olmuş tövbe etmiş Akif abi, Allah’ın kendisini affedeceğine bütün kalbiyle inanıyordu ve şunu söylüyordu:
“Ben kötü işlere ilk bulaştığımda annem bunu öğrenince çok sinirlenmişti ve ‘gözüm seni görmesin bir daha, çık dışarı’ demişti. Aradan birkaç saat geçince yumuşadı bana nasihat etmeye başladı ve bağrına basıp affetti. Annem Allah’ın yarattığı bir kul, yaptığım hatalara rağmen büyük bir merhamet ve şefkat göstererek affetti. Anneme ve yeryüzündeki bütün annelerin kalbine bu merhameti yerleştiren Rahman olan Allah, daha merhametli değil midir? Evet, pişmanım ve inanıyorum ki Allah beni affedecek.”
Düşünüyorum da ne kadar kötü olaylar yaşamışsa da insan, gelecek ile ilgili ümitleri olmalı çünkü ümit iman varsa vardır ve Müslüman ümitli insandır.
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (39/53)
Size daha anlatacaklarım var. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere Allah’a emanet…
Not: Dergi Melek Teyze’ye ulaştı.
Ömer POLAT
TAGS: ETIKER ANNEM AFFETIYSE