Sözlükte “yok etmek, silip süpürmek; fazlalık, artık” gibi manalara gelen bağışlama bir ahlâk ve hukuk terimi olarak genellikle, “kötülük ve haksızlık edeni, suç veya günah işleyeni bağışlama, cezalandırmaktan vazgeçme” anlamlarında kullanılmaktadır. Akıldan çok duygularının etkileriyle davranma eğiliminde olan Cahiliye toplumunda kötülüğü kötülükle karşılamak genel bir uygulamaydı. Bunun aksine davranmak çoğunlukla zayıflık ve acizlik işareti sayıldığından insanlar affetmekten ziyade cezalandırma yolunu seçerlerdi. Buna karşılık Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın affediciliği ve mağfireti çeşitli vesilelerle ifade edilmiş, affın ilâhî bir sıfat ve yüksek bir ahlâkî meziyet olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Belli başlı hadis kitaplarında af konusuna özel bablar (bölümler) ayrılmış ve bu bablar da Hz. Peygamber’in affediciliği, Müslümanların birbirlerinin hatalarına, özellikle kadınlara, çocuklara, yetimlere karşı affedici ve müsamahakâr olmaları, devlet adamlarının affa önem vermeleri, müşriklerin, Müslümanlara kötülük edenlerin ve zimmîlerin affedilip edilemeyeceği gibi konulara dair pek çok hadis zikredilmiştir.
İslâm ahlâkçıları affın sağlayacağı faydalar üzerinde de durmuşlardır. Esasen Kur’an-ı Kerîm’de affın teşekkür ve minnet duygularını harekete geçireceğine işaret edilmiş (Bakara: 52) ve Hz. Peygamber de “Allah, muhakkak surette kötülüğü affeden kişiyi aziz kılar” (Müsned) buyurmuştur. Buradaki aziz kelimesi Arapçada hem “şerefli”, hem de “güçlü” anlamına geldiği göz önüne alınırsa bu hadiste affın faydasının oldukça geniş tutulduğu sonucuna varılabilir. Râgıb el-İsfahânî, affın sağladığı mutluluğa cezalandırma yoluyla ulaşılamayacağını, bu faziletin insana toplum içinde itibar kazandıracağını belirtmiştir. Ayrıca, cezalandırma imkânı bulunan kimselerin buna rağmen affı tercih etmelerini saygıdeğer bir davranış olarak nitelendirmiştir. Bununla birlikte Esma-ül Hüsnaların da Allah’ın bağışlama sıfatını birçok isminde görmek mümkündür.
İşte bu Esma’lardan bir tanesi de “el-Gafur” ismidir. Bu isim mağfireti pek çok olan, kullarının ayıplarını örten, kullarının günahlarını pek çok bağışlayan anlamlarına gelmektedir. Allah’ın rahmet ve affının asla ümitsizliğe izin vermeyecek derecede geniş olduğunu en açık bir şekilde ortaya koyan esmadır. Bu esmanın insan üzerinde de elbette tecellileri vardır. Bunun en güzel örneğini, yürüyen Kur’an olan Hz. Peygamberimiz ile Hz. Vahşi arasında geçen kıssa üzerinde görebiliriz. Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Bedir savaşında babasını, kardeşini ve amcasını öldüren Hz. Hamza’yı ortadan kaldırmak istiyordu. Bu işi yapabileceğini düşündüğünden Hz. Vahşi’ye on altın ve tüm mücevherlerini vereceğinin sözünü vermiş ve Hz. Vahşi de bunun neticesinde Hz. Hamza’yı şehit etmişti. Hatta şehit etmekle de kalmamış ciğeriyle beraber başka organlarını da kesip Hind’e götürmüştü.
Yıllar sonra Medine’ye sakif kabilesi geldiğinde onların içerisinde Hz. Vahşi de olacaktı. Hz. Vahşi müslüman olmak istediğini belirtmiş ama Hz. Peygamberin huzuruna da çıkmaktan çekinmişti. Bir şekilde Hz. Peygamber’e haber göndermiş ve yaptığı büyük günahın affedilip affedilemeyeceğini sormuştu. Bundan sonra Peygamberimiz ile aralarında aracılar aracılığı ile bir konuşma geçmiş ve Hz. Vahşi müslüman olmuştu. Hz. Peygamber Hz. Vahşi’yi cezalandırmamış, sadece amcasının katledilişini hatırlamak istemediğinden gözüne görünmemesini istememişti. Hz. Hamza, hem Peygamberimizin amcası hem de sütkardeşiydi. Cesareti, İslam’a ve Müslümanlara olan desteğinden dolayı Hz. Peygamber onun şehadetine çok üzülmüş, hatta gözyaşı dökmüştü. Ama bu acıya rağmen “el-Gafur” isminin tecellisinin bir nişanesi olarak Hz. Vahşi’yi affetmişti.
Bir diğer esma da “el-Afuvv” ismidir. Bu isim de çokça affedici olan ve günahları imha edip, sahibini cezalandırmaktan vazgeçen anlamlarına gelmektedir. Bu esmanın en güzel örneğini yine yürüyen Kur’an olan Hz. Peygamberimiz de bulmak mümkündür. Zor günlerin yaşandığı bir zamanda Hz. Peygamber, yanına Zeyd b. Harise’yi alarak İslam davasını kabul etmeleri için Taif’e gitmişti. Onların İslam’a alaka duyup iman ile şereflenecekleri ümidi taşıyordu. Ama on gün kalmasına rağmen hiçbir müsbet netice elde edememiş ve oradan ayrılmaya karar vermişti. Tam şehri terkedeceği sırada gözü dönmüş, kendini bilmez taifliler, yolun iki tarafında sıralanarak Hz. Peygamberimizi ve Hz. Zeyd'i taşa tutmuşlardı. Resulullah’ın mübarek ayakları kana bulanmış, öyle ki, isabet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümesine engel olur hâle gelmişti. Resul-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kalmış ama bu vicdansız insanlar her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutmuşlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd de hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Ekrem’e siper etmişti ve şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışmıştı. Ama o da kan revan içerisinde kalmıştı. Resul-i Ekrem, bu saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabilmişti. Üzüntü ile Mekke’ye geri döndüğü sırada yolda Cebrail a.s On’a görünmüş ve O’na "Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere O’na emredebilirsin." dedi. Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi: "Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.” Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi insanları beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi. O, “el-Afuvv” isminin tecellisi ile bu insanları affetmiş, onların imana kavuşması, hidayete ulaşması ve ebedî saadete ermesini dilemişti. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atmış, her hareketini bu ulvî maksat için yapmış, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunmuştu.
Söz&Kalem - Zeynep Kübra Titiz