İnsan zihnini sürekli bir şekilde kurcalayan, insanın üzerinde sürekli kafa yorduğu ve planladıklarını zamanında uygulamadığı takdirde tehlikeye düşeceği düşünülen temel konulardan birisi de gelecek kaygısıdır. İnsanların hayatında karşılaştıkları ve şahit oldukları zorlu süreçler onları çoğu kez gelecek adına ümitsiz düşüncelere itebilmektedir. Özellikle son yıllarda genç kuşağın gelecek kaygısı tavan yapmış vaziyettedir. Bu durum kişinin içerisinde yaşadığı toplumun sahip olduğu zihniyet ve özgür hareket edebilme oranıyla da açıklanabilir.
Bir ülkenin ekonomik şartları insanların iş seçebilme ve iyi çalışma koşullarında hayatını sürdürmesini büyük ölçüde etkilemektedir. İktisaden dışa bağımlı ülkelerde kişilerin özgür iradeyle iş kurup yönetebilmeleri ve hayalini kurdukları meslekte ya da iş kollarında çalışabilmeleri bir hayli zorlaşmaktadır. Dolaysıyla insandaki beka kaygısı onun hür birey olması, özgür iradeyle hareket edebilme önünde ciddi bariyerler oluşturmaktadır. Çünkü içerisinde bulunduğu konjonktür çoğu kez buna müsait değildir.
İnsanın sürekli içerisinde bulunduğu mevcut kaygı durumu devletler için de geçerlilik göstermektedir. Yeryüzünde var olagelmiş tüm devletler ve benzeri yönetim organizasyonları varlığını devam ettirebilmek adına çeşitli tedbir uygulamalarını hayata geçirmiş, güvenlik ağları oluşturmuştur. Devletlerin himayesi altında yaşayan insanlara karşı da ekonomik ve sosyal açıdan birtakım yükümlülükleri vardır. Bazı hallerde devlet ile vatandaş arasında bazı anlaşmazlıklara rastlanabilmektedir. Devletlerin zaman zaman düşmana karşı korunma ihtiyacı hissetmesi ve toplum içerisindeki olaylara, süreçlere karşı geliştirdiği reflekslerin bir kısmının halk tarafından tepkiyle karşılandığını görmek mümkündür. Hemen her ülkede çeşitli konularda taleplerinin uyuşmazlığına şahit olunmaktadır.
Konuya beka endişesi perspektifinden bakıldığında; söz konusu devlet kutsadığı inanç ya da doktrini idari organizasyonun dokunulmaz ilkeleri olarak algılayıp bu doğrultuda politika izlemektedir. Bu da resmî ideolojinin dışında inanç ve ilkelere sahip olan topluluklar nezdinde rahatsızlıklara yol açmaktadır. Kendi hayatını inandığı değerler uğruna kurgulamak isteyen insanların bahse konu devletin uyguladığı politikaların karşısında meşru çerçevede bir tutum sergilemeleri gayet anlaşılabilir bir durumdur. Hürriyet penceresinden değerlendirildiğinde ise anarşizm seviyesine varabilecek ölçüde serbestlik arzulayan toplum kesimleri karşısında devlet, kendi geleceğini korumak adına müeyyidelere başvurabilmekte, yasakçı bir kimliğe bürünebilmektedir.
Tarihin hemen her devrinde birçok devletin idare ettiği halk içerisinde bekasına tehdit olarak gördüğü toplumsal hareketler var olagelmiş, devlet de söz konusu kitleleri sindirme politikası izlemekten geri durmamıştır. Sadece gelecek kaygısını esas alıp özgür düşünme ve hareket etme atmosferini baskılamak ve bu minvalde insanı dar kalıplara hapsetmek isteyen zihniyet ile alabildiğine hürriyeti savunan ve bu doğrultuda başkasının yaşam alanını kısıtlayan mantalitenin mücadelesi zaman zaman büyük yıkımlara ve sayıları milyonları bulan ölümlere neden olan devasa olayları beraberinde getirmiştir. Esasen insanlığın büyük bir kısmının kaderi maalesef ki bu ikilem arasında sıkışmış vaziyettedir.
Roma İmparatorluğu’ndan 17. asra değin Batı dünyası sürekli biçimde bekayı öncelemiş ve güvenlik politikalarını sistemleştirmiştir. Bu nedenle Avrupa’da asırlar boyu süren bir durağanlık ve gerileme süreci baş göstermiştir. Batılıların ‘Aydınlanma Çağı’ adını verdikleri 17. yüzyılın başlamasıyla Rönesans Hareketi doğmuş ve Batı düşüncesinin derinliklerindeki marjinal özgürlükçü yaşam arzusu gün yüzüne çıkmıştır. Bu süreçte beka bloğunu kilise ve feodaller, hürriyet bloğunu ise Rönesans Hareketi etrafında toplanan aydınlar temsil etmiştir. Fransız Devrimi sonunda hürriyet taraftarları beka tutucularının asırlar boyu süren hâkimiyetine son vermiştir.
İslam medeniyetinin hâkim olduğu zaman ve mekânlarda ise beka ve hürriyet kavramları vasat bir şekilde kurgulanmıştır. Bir taraftan devletin varlığını devam ettirmesi adına bazı sorumluluklar düzenlenmiş, diğer taraftan ise halkın inanç özgürlüğü ve yaşam biçimini toplumsal huzuru bozmamak şartıyla sürdürmelerinin önü açılmıştır. Beka ve hürriyet mefhumunu adalet terazisiyle tartıp değerlendirmek hem devlet hem de halk adına yapılacak en doğru iştir. Sahip olduğu inanç ve yaşam felsefesi fark etmeksizin bu ilkeyi hakkıyla uygulamayı başarabilen devletler uzun ömürlü olmuş ve dünyaya yön verebilmişlerdir.
Ülkemiz beka-hürriyet ikileminin ne yazık ki sadece olumsuz yansımalarına maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda halkı inanç ve yaşam tarzını önceleyen 1921 Anayasası rafa kaldırılmış, devletin bekasının yegâne amaç kabul edildiği 1924 Anayasası yürürlüğe konulmuştur. Devleti kutsayan yönetim anlayışının bu paralelde kurduğu istiklal mahkemeleri “Sanığın idamına, delillerin bilahare toplanmasına…” şeklinde akla ziyan hükümler vererek darağaçlarında nice âlimlerimizi sallandırmıştır. 1950’den itibaren Avrupa ile uyum siyaseti izlenerek hürriyet yanlısı 1961 Anayasası çıkarılmış, liberalizmin sloganı olan “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” ilkesi Müslüman gençliğe rol-model yapılmak istenmiştir.
Adalet ilkesi gözetildiği takdirde insanlığa huzur getireceği şüphe götürmez bir hakikat olan bu iki kavram, birbiriyle çatıştırıldığında dünyayı bir anda felakete sürükleyebilmektedir. Batı bu çatışmadan fazlasıyla zarar görmüş olmalı ki aynı taktikle İslam dünyasını da kendi sömürge alanına çevirmek istemektedir. Bir yandan Müslüman halkları uyanışa geçiren İslamî şahsiyet, hareket ve platformları terör ve güvenlik kılıflarıyla örtbas etmekte; bir yandan da sınırsız tutku, idealsizlik ve başıboşluğu özgürlük paketiyle gençliğe sunarak ümmetin geleceğe dair umutlarını bertaraf etme amacı gütmektedir.
İslam dünyasının kapsamlı kuşatmaya reaksiyon gösterebilmesi ve atağa kalkabilmesinin tek yolu ümmet olarak kolektif akılla hareket etmekten geçmektedir.
Allah’a emanet olun, selam ve dua ile.
Söz&Kalem Dergisi | Yusuf BİNGÖL