Sanat, boşlukta salınan hayat yolculuklarını anlamlandırma vazifesi yüklenen, kıdemli bir işçidir. Hayatı güzelleştiren, dünyayı daha yaşanır kılan sanat, latif bir yaşama biçimi ve hayatı kavrama edimidir. Sinema sanatı; görsel, işitsel ve aynı zamanda edebi sanatları da ihtiva ederek, tüm sanatların mezcedildiği en yüksek tekamül noktası olduğunu ifade edebiliriz.
Sinema kuramı tartışmaları içinde sinemanın bir sanat olmadığını dahi ileri sürenler olmuştur. Sinemanın amaç ve araçlığına dair tartışmalar da aynı doğrultuda sürüp gitmektedir. Sanat, antik çağda bir taklit olarak tanımlanmıştır. Oysa genel olarak sanat ve özelde sinema sanatı; meydana gelen eserin yeni bir varlık ve form kazanması, yaşamın yeni bir düzeyde temsil edilmesi, zamanın mühürlenmesidir.
Gerçekliği yeni bir formda oluşturan sinema, bu form ile taklit kelimesinin karşılık geldiği anlama mugayirdir. Zira burada taklidin dışına çıkılmış, yeni bir anlam kazanılmıştır. Hayata dair her şeyin hakikate yakınlığı ölçüsünde değerli ve anlamlı olduğunu düşünerek, sinemanın bir yol ve maksadın kendisinden ziyade; belirli bir maksada doğru olan anlamlı bir yürüyüş olduğunu söyleyebiliriz.
İman ve irfan ise hayatı anlamlı hale getiren güzergahtır.
Sanat, "Nasıl?" sorusunun cevabıdır,
İman ve irfan ise, "Ne için?" sorusunu cevaplar.
Sanat, “Ne ile?” sorusunun yanıtıdır,
İman ve irfan ise, “Nereye?” sorusunu yanıtlar.
Biri yöntemdir, diğeri amaçtır...
Bu hareket dairesinden yola çıkarak postmodern anlamsızlıklar kumkuması karşısında karşı bir hamlenin sinemadan gelebileceğini ve bunun iz düşümlerinin de dünya sinemasında mevcut olduğunu söylemek mümkündür.
Hayatı ve insanı egosantrizmin tahrip gücü yüksek sarsıntıları içinden alarak yok olmaktan kurtaran, insanı ve hayatı hakikatin bir tecelli üssü ve büyük resmin ve bütünün kıymetli bir parçası olduğunu hatırlatmak babından sinemaya olan ihtiyacımız ekmek ve su kadar önem taşımaktadır.
Sinema yüzeyi aşarak, görünür olandan yola çıkarak görünmeyeni arzulayan bir metafiziğe sahiptir. Sinema, zahirin kanadına oturarak batının keşfini sağlamaktır. Mana ve hakikati ete kemiğe büründürmek suretiyle insanın algı düzeyine indirmektedir. Kendi döneminde sarsıcı filmler yapan, “Şiirsel Sinema” ve “Mühürlenmiş Zaman” kitaplarıyla da sinema anlayışını ve hayatı kavrama biçimini ortaya koyan, sanat ve hakikat ilişkisine göz kırpan Rus yönetmen Andrey Tarkovski, görüntünün hakikatin idrak edilebilir yüzü olduğunu ifade etmektedir. “İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…”
Sinema, görmenin imkan sınırlarını önümüze koyar, bize aynı zamanda görünmeyenin yol haritasını çıkarır. Çünkü sinema görünen kadar, görünmeyenle de temas kurmaktadır. Sözle bağlantı kurduğu kadar, sessizlik ile de ilişkilidir.
Sinema, bize sunduğu düşünce alanları ve insan hikayeleriyle ortaya konan yaşamsal tecrübenin gölgesinde nefes almaktadır. Sinemada zuhur eden bu inkişaf, anlam arayışımız minvalinde karanlıkta çakılan bir kibrite benzemektedir.
Hakikatin parıltısıyla ışıyan sanat; ruhları besler, uyandırır ve harekete geçirir. Diğer türlüsü düşünülemez. Tarkovski’nin şiir sanatı hakkında dile getirdiği gibi, “Bir şair ruhları harekete geçirmek için yazar, putperestleri beslemek için değil…”
İdealler ve Gerçekler Arasında Sinema Sanatı
Sinemanın hakikate bakan cihetiyle alakalı söylemek istediklerimiz, bugün mevcut dünya ve Türkiye şartlarının aksine bir seyirdedir. İdeal olan hükümferma değilse, bu ideallerin konuşulamayacağı veya yazılamayacağı anlamına gelmemektedir.
Ana akım sinema bir sanat ve anlam arayışının derdi içinde değildir. Hakikat gibi bir kaygısı yoktur. Hız, haz ve şiddetin abartısından oluşan bir sinema diliyle, olsa olsa daha çok seyirci, daha fazla patlamış mısır satabilmenin kaygısını taşıyor olabilir.
Hollywood bugün ürettiği gişe endeksli yapımlarıyla küresel kapitalizmin kültür elçisi ve popüler kültürün çöp üretim fabrikalarıdır. İşte sinema bu zaviyeden bakılınca, bu kırılma sürecinde sanat olma vasfını üzerinden çıkararak, adeta sanat oluştan istifa ederek, sinema salon endüstrisinin paralı bir askerine dönüşmektedir. Gişe memurluğuna soyunmaktadır.
Hollywood ana akım sinema, aynı zamanda dünya halkları üzerinde yıkıcı bir güce ve sınırları zorlayabilen devasa bütçelere sahiptir. Büyük bütçeler, güçlü teknik altyapı ve tüm dünya pazarlarında yer bulmayı mümkün kılan dağıtım gücü sayesinde tüm dünya toplumlarının üzerinde korkunç bir hegemonya oluşturmakta; bunun hazin neticesinde kültürel, düşünsel ve siyasal arenada ciddi yan etkiler göstermektedir.
Türkiye özeline gelecek olursak, sinemada seküler/sosyalist sanatın ciddi bir nüfuz alanı olduğu sağır sultanın bildiği bir gerçektir. Klasik dramaturjiye kendi rengini vermeyi başarmıştır.
Bu nüfuzun dünyada meydana gelen haksızlık ve sömürüler karşısında, küresel emperyalizm ve kapitalizm karşısında eleştirel bir alan oluşturması, sinemada protest bir duruş sergilemesi gerekirken, söylem ve eylem tutarsızlığı içinde köşe kapma, köşeyi dönme edevatı haline getirilmiştir.
Seküler/sosyalist sinemacılar propagandist yapımlarını, kapitalist gişe memurlarından aşağı kalmayan teşhircilikle pazarlamaktan kaçınmaz. Dini kimliklere, değerlere, şahsiyetlere kayıtsız şartsız düşmanlığını, müteneffir tutumunu her yapımın kıyısında köşesinde hayasızca sergiler.
Kendi toplumunun inanç ve kültürünü yerin dibine sokmaktan büyük bir haz alır. Bunu da yüksek bir marifet olarak görür. Ezberci bir anlayış, tek tipçi ideolojik eğilimleriyle karakteristik problemlerin toplama kampıdır.
Hakikat ve anlam arayışında önümüzü aydınlatacak tüm özelliklerden yoksun, karanlığından memnun yarasalar gibi çarpık görüş alanını kutsal bir mesken haline getirmiş, sanat ve sinemayı bir vicdani duruş yerine; sektörel ve mutaassıp bir tercih olarak yorumlamaktadır.
Son yıllarda sinema ile ilgili seküler/sol çevrelerin dışında, yeni bir çaba da göze çarpmaktadır. Bu manada ciddi bazı filmlerin de çekildiğini söyleyebiliriz. Umudumuz, böyle yapımların ülkemizde çoğalmasıdır. Sinema, bu ülkede şehvetperest piyasa soytarılarına bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir. Bu ciddiyet haklılığını mevcut sektörel kazanca bloke koyma ihtiyacından değil, toplumu dönüştüren, dejenere eden kültürel sömürü ve köleleştirme aygıtlarına karşı net bir itiraz olarak ortaya çıkmalıdır.
Burada bir takım kimselerin sektörel büyümeyi, dünyaya açılmayı başarı kıstası ve övgü vesilesi kabul etmesi hiç önemli değildir. Ciddi kimlik ve düşünce sorunları barındıran, kendi dilini inşa edecek araç ve niteliğe sahip ama bu kaygıyı taşımayan bir sinema dünyasında, ortaya çıkan işlerin hangi yüksek amaca hizmet edeceği oldukça tartışmalı bir konudur.
Bu toprakların inancı, kültürü ve diliyle barışmadan sinema ve hakikat kavramlarını yan yana getirmemiz, kendi sinemamızı konuşmamız mümkün değildir. Popüler kültür hizmetçiliğinde mahir, eğlence merkezli kopya işler çıkarmaksa bu iklimde yalnızca havanda su dövmektir.
Anlamın Sineması: İran Sineması
İran sineması, özellikle İslam inkılabı sonrası kurduğu sinema dili, sade ama güçlü ve derin anlatımı ile tüm dünyaya Hollywood’un hız, haz ve şiddet sütunlarına yaslanmadan sinema yapılabileceğini göstermiş, kendi özgün perspektifini ortaya koymayı başarmıştır.
Hayatın gerçekliğine yakınlığı, insan hayatına dokunabilen minimal sinema dili, güçlü metaforların oluşturduğu sinematik derinliği, kendi kültürel kodlarının zenginliğini işleyebilen niteliğiyle, yerelliğin perdelerini yırtarak dünya sinemaları arasında önemli bir yer edinmiştir.
İran sinemasının karakter ve hikayeleriyle, yaşadığımız şehrin herhangi bir yerinde karşılaşabilmemiz oldukça muhtemeldir. Kimi zaman bir seyyar satıcı, belki bir cami imamı, kimi zaman bir inşaat işçisi ve kimi zaman bir sokak müzisyeni…
Gücün, hazzın ve şiddetin esaretinden azade; şiir ve edebiyatın, bilgelik ve irfanın Hafız ve Mevlana tadında, Sadi naifliğinde beyaz perdeye şiirsel bir aktarımı ve samimi bir anlatımıdır. İnsanı en çok etkileyen tarafı da izleyiciyle kurduğu bu samimi bağ olabilir.
İran sinemasını önemli ve değerli kılan temel konuların başında ana akımdan bağımsız; yeni bir epistemoloji, yeni bir dil, yeni bir dramatik kurgu ile izleyenlerin dimağında özgün bir tat bırakmış olmasıdır.
Şarkın gül bahçelerini tasvir ederken, şiir ve çeşitli şairlerin poetikası üzerine konuşurken genel olarak kullandığım bir tanımı paylaşmak istiyorum. “Güzel olan, güzel bulduğumuz her şey biraz şiirdir…” İran sinemasının kült filmlerinde bu şiirsel esintileri görmek çok zor olmasa gerek. Özellikle Abbas Kiarostami filmlerinde bu serbestliğin düzenliliğini şiirsel bir kıvamda görmek sinemada karşılık bulan anlam arayışlarımızda yeni kapılar açabilecek sadelik ve derinliktedir.
Mecid Mecidi için “Merhametin Sineması” tabirini kullanmak abartı olmayacaktır. Zira tüm filmlerinin önerme sokakları merhamete çıkmaktadır. Sinemayı bir hakikat tecelli meydanı olarak görmek durumunda Mecidi sinemasını “Rahim” esmasının bir tecellisi olarak görebiliriz.
Asghar Farhadi’nin insan ilişkilerini ele alan önemli filmleri vardır. Filmlerini ilk izlediğim dönemlerde izleyiciyi hemen her filminin sonunda kederli bir belirsizliğin ortasına bırakması rahatsızlık verici bulduğum bir tarzdı. Zaman içerisinde filmlerinin aslında en vurucu tarafının bu olduğunu fark etmiştim.
Aynı zamanda peygamber kıssalarını beyaz perdeye taşıyan, İslam dünyasında kıssa dizi olarak adlandırabileceğimiz türün ilk örneğini ortaya koyan; Hazreti Yusuf, Hazreti Eyyüp ve Ashab-ı Kehf gibi dizilerle İslam dünyasının görsel hafızasına büyük hizmetlerde bulunan Faracullah Silahşör’de İran sinemasının unutulmaz simaları arasındadır.
Güçlü bir imgenin sade bir anlatımla ve minimal bir tarzda estetize edildiği İran Sineması, film tekniği ve prodüksiyonu açısından bakıldığında sinema tekniklerini bilen herkesin ortaya koyabileceği yapımlar olarak görünse de “hadi, böyle bir film çekelim!” dediğimizde, “Nasıl?” sorusuna muhatap kalacağımız yapımlardır. İşte burada, basitlik ve sadelik yol ayırımına muhatap oluyoruz. İran sineması, sade ama basit değildir.
Hollywood’un naylon kurguları, sahte kahramanları, hakikati döven ezici görselliği ve bizi kendi dünyamızdan koparan; hilekar bir alana savuran ve de bizi kendi gerçeğimize yabancılaştırarak hakikatten koparan ontolojik bir tefessühtür Hollywood...
Hollywood, mevcudiyetini gişe ve katarsise yaslayarak hakikat ve var olanı simülasyonlarla katleden ve en insani konularda dahi politik duruşunu güç merkezli belirleyen epistemolojik bir intihar üssüdür. Bağımsız sinemacılar, dünyanın çeşitli ülkelerinde bu politik duruş ve kapitalist yapıya karşı protest bir tavır sergiliyor olsalar da; endüstriyel hakimiyetin ana akım Hollywood’un elinde olması kültür ve sanatta daha belirleyici olmaları anlamına gelmektedir.
İran sineması, çoğunlukla klasik dramaturjinin giriş, gelişme ve sonuç mecburiyetini ortadan kaldırarak, insan hayatının bir film süresine kadrajını sabitlemektedir. Hollywood, insanı kendi iç dünyasından uzaklaştırarak mutlu etmenin, afyonlayarak kendi problemlerini unutturma yolunu tercih etmektedir.
İran sineması ise Hollywood’un aksine izleyiciyi kendi iç yolculuğuna çıkarmakta, hayatın gerçek problemleriyle yüzleşmesini sağlayarak insan olduğunu hatırlatmakta; dünyayı kurtarma işlerini de Hollywood’a tevdi etmektedir.
Son olarak İran sinemasından 10 filmi tavsiye listesi olarak paylaşacak olursak;
- Mecid Mecidi – Cennetin Rengi
- Abbas Kiarostami – Kirazın Tadı
- Mohsen Makhmalbaf – Selam Sinema
- Homayoun Assadian – Altın ve Bakır
- Vahid Jalilvand – Tarihsiz, İmzasız
- Seyfullah Dad – Filistin’e Veda
- Abholghassem Talebi – İran Yetimhanesi
- Mecid Mecidi – Serçelerin Şarkısı
- Asghar Farhadi – Bir Ayrılık
- Maziar Miri – Resim Havuzu
Söz&Kalem | Orhan Özsoy