Bu hikayenin bir başlangıç noktası olmalı. Bu girişin, bir gelişme ve de bir sonuç tertibi içinde hareket etmesi gerektiğinin farkındayım. Ezberlerin iflas ettiği sinematik bir kurgu ile başlanabilir bu anlatıma. İyi bir hikaye, can alıcı planlar eşliğinde perdede büyük anlamlar kazanabilir. Yer yer hüzün ve heyecan eşiğini zirveye taşıyacak bir takım müzikler de burada yer alabilir. İyi bir metod oyunculuğu ve arka planda yer alan yetenekli bir sanat ekibiyle bu iş kotarılabilir. Ve bu sayede belki de son sahneye gelindiğinde herkesin dimağında yeni bir tat bırakabilir.
Bahsi geçen dramaturjiyi yeni bir kurgusal çalışma için düşünebilir, başlangıç ve bitişi önceden belirlenmiş saatler içinde perdeye aktarabilirdim. Zira beklentileri boşa çıkarmak için henüz çok erken. Fakat dile getirdiğim hikayeler bir filmden ziyade, tezgahta birer şiir karakterine dönüşmektedir… Ben de sırtımı kurutulmuş şiirlere yaslayarak, bir yaşanmış ölümü dile getirmeyi başlıca bir telaş konusu hâline getiriyorum.
Evvel zaman içinde diyerek geçmiş zamana ait milyonlarca yılı, anlatmak istediklerime bir vesileyle dahil ediyorum. Evvel zaman içinde; bir gün, bir yerde bir saf ayna gördüm. Rüzgar ve yağmurlar eşlik etmişti gelişine. Buğusu henüz üzerindeydi bu kusursuz gelişmenin. Bu dünyanın tam olarak ortasındaydı görebildiğim kadarıyla. Eskimez bir şairin dediği gibi, yaşamın yüreğindeydi…
Bir kapıdan girdi, sessizce bakındı. Gördüm bu sessizliğin ardındaki kıyameti. Haşmetli siyahlıklar içindeydi. Geceden karanlıktı. Mütebessim dudakları ise tüm sabahların açtığı güneşli bir memleketti. Bir ayna gördüm ve aynada kendimi. Ve sonra o aynadan bir kapı açıldı. Keskin sürgü sesleri perdeler ördü kulaklarıma. O ayna büyüdü, büyüdü. Onun dışında görebileceğim hiçbir şey kalmayana dek…
Sonra bir ses geldi uzaktan ve ben çıktım o aynadan. Ayna büküldü ortasından. Her zaman ki gibi dönüp gitti, arkasında kalanlara bakmadan… Bir çığlık sesti, bir sayha idi kopan. Ötelerin ardından uzanan ve tüm varlığı saran. Birer ayna düştü payımıza aynalar pazarından. Mümin aynadır buyurdu Efendimiz aleyhissalatü vesselam. Bu âlemde bir insan, görmek ister ise kendini; iman etmiş iki çift gözün içine baksın. Herkes orada görür kendi suretini, yalana bulaşmadan. Eksiksiz ve gayrısız bir temaşadır aynadan sadır olan.
O gün uzun bir sessizlik başladı. Kaç yıl ve kaç saat olduğunu tam olarak hatırlamasam da, ortalama bir insan ömründen fazla olduğu konusunda kendim ile hemfikirim. Düşündüm ve bu asırlık sessizlik içinde hayat ile ettiğim tüm kavgaları zihnimden ayıkladım ve sahip olduğum tüm yenilgi madalyalarını gömleğimden söktüm.
Bir mabede kapandım ve günlerce ağladım. Sessizlikten bir gündü... Saatlerce dua ettim, hiçbir yere çıkmadan. Onu bir kez olsun bu dünya üzerinde tekrar görebilmek için; alnımın değmediği secdegâh, dudaklarımın aşınmadığı dua saati kalmadı. Biteviye kusurlar ararken başka yüzlerde, bir aynada kendim ile karşılaşmıştım. Ve başkaları hakkında konuşmaya takatim kalmamıştı.
Eve döndüm ve günlerce uykusuz kaldım. Daha sonra onu aynı yerde bir kez daha görmedim. Gerçek olduğuna, bu dünyaya ait olduğuna inanmak istemiyordum. Uzunca bir zamandır yazmayı tozlu raflara kaldırmış, belirli toplumsal problemlere çokça kafa yoruyordum. Yeniden yazmak, içsel çarpışma ve değişimlerden doğan bazı hisleri ve olayları anlatmak ihtiyacından doğsa da kimi zaman, mühim değildi.
Şair ve sanatçılar bu konuda karın ağrısı çeken istiridyeye benzemektedir. Süreli bir ıstırabın akabinde dışarı çıkan mücevhere, o ıstırabın ağırlığı ölçüsünde kıymet yüklenmektedir.
Ona dair tüm diyalogların, anlam arayışlarının ve sözcüklerin sükût edişinden bugüne, geçen tüm yılları birer basamak yaparak yeniden ona ulaşmak, kalbimin sırlarını bir kez olsun paylaşmak isterdim. Yaşamın ellerinde örselendikçe fark ettiğim ve alışmakta çokça zorlandığım düşüşler, kimi zaman kaybedilmiş bir savaşın izlerini taşısa da; hakikate âşık olmak adına keşfettiğim tüm hikayelerde, hayatın bir çarpışma ve insanın da bir başkasının yüreğine saplanmak zorunda olan süngü olmadığını, bu kıymetli gerçeği zihnimin sokaklarında bugünlerde aşikâr ettiğini söyleyebilirim.
“Kayboldum” demiştim o günlerde, “Gitmek istediğim, fakat yol üzerinde kayboldum.” demiştim. Kaybolmak; bir cüzdanı, bir anahtarı kaybetmek demek değildir. Bunu en iyi kendi varlığını yitiren, ölmeden önce ölümün kıyafetine bürünenler bilebilir. Kaybolmak, hem de herkes sizi yanı başında zannederken… Bir aynanın buğusunda yaşarken, sessizce kaybolmak…
Bazı gerçekleri görebilmek için, gözlerin açılması değil; bilakis kapanması gerekir. Bu cümle irfanın uçsuz bucaksız dünyasından kopup kıymetli bir üstadın dudaklarından, hikmet ve aşkı bâr edinen kalplerin, kapatılmış gözlerine, hem de buğulu bir aynada yansımıştı o vakitler.
Kaybolduğum sokaklar içinde yıllardır beklemekteydim. Uzun soluklu arayışlarla ve tükenen umutlardan tezahür eden, çelimsiz bir hayata tahammül etmekle başlamıştım aslında; hayat adlı oyunun tek gösterimlik perdesine… Kendi içinde kalmaktan hayli usanmış, bilmeden ne zamana dek süreceğini bu sınırsız bekleyişin… Ve bu yetkisiz aşk memuriyetinin bir gün gelip son bulmasını isteyerek, bitsin diye değil; bu ezelden gelen merhaba ebedi sürsün diye. Ölüm adlı finale bir adım daha yakındım şimdilerde…
Söz&Kalem – Orhan Özsoy