Kelimelerden müteşekkil cümleler vardır. Ama öyle bir anlam yüklenmiştir ki bu cümlelere; okunurken, yazıldığından fazlasını dile getirir. Aynı şekilde bazı kelimeler vardır. Aynı anda birkaç büyük anlamlar yüklenen. Bazen o anlamı kaldıramaz ve altında ezilir bu kelimeler. Ama bazısı da vardır ki dimdik durur, kendisine yüklenen anlamı ayakta tutan, düşmeyen…
Sahi ya! Hayatına bir anlam arayan, bir anlam arayışı içindeki insana aynı anda kaç anlam, kaç yük yüklenir? Anlamlar ve onları sonlandıran yüklemler dünyası…
Daha önce anlaştığım bir arkadaşım ile buluşma yeri olarak seçtiğimiz Esenler otogarına doğru yol aldım. Öğlen saatleriydi güneş hafif yakıyor rüzgâr hafif esiyordu. Her ikisinin de bugün iddiası yok gibiydi. Herhalde kendi aralarında anlaşmış hava durumunu bölüşmüşlerdi. Ama gölgede rüzgâr, güneş ışığının bulunduğu yerde de güneş etkisini gösteriyordu. Demem o ki her biri kendi alanının patronuydu. Velhasıl işte böyle bir gün. Esenler otogarına vardım. Oturup bekleyecek müsait bir yer buldum. Tabi müsait olan yerler kenarda köşede değildi. Otogarın ortasında mini bir parkta… Birkaç bank vardı. Bankları çardaklı olmadığından güneş uzun süre vurunca dayanılmaz bir hal alıyordu. Beri taraftan kenar, köşe diye tabir edilecek yerler ise işletmeler tarafından sahiplenmişti.
Arkadaş ile anlaştığımız saat üzerinden epey zaman geçtiği halde gelmemişti. Bunun üzerine aradım ama ulaşamadım. Birkaç dakika arayla bunu tekrar denedim ama sonuç aynıydı. Yani ulaşamadım. Beni epey bekleteceğini düşündüm. Eğer öyle olacaksa oturmanın bir anlamı yoktu. En azından dolaşır vakit geçirirdim. Başladım otogarın içinde dolaşmaya…
Otogar… Kelimenin sözlük anlamı; ’Şehirlerarası çalışan motorlu taşıtların yolcularını aldıkları ve indirdikleri yer, garaj’. Bu sadece sözlük anlamı… Yani kaygısız, ruhsuz, hayalsiz, tasasız, duygudan yoksun, duygu nedir bilmeyen bir kâğıt üstüne yazılmış anlam. Kâğıtta yazıldığı gibi öylece duruyor. Peki ya! Bu kelime bir bedende, bir zihinde, bir ruhta, bir kalpte de kâğıtta durduğu gibi duruyor muydu? Otogarda dolaşırken bu düşünceler içindeydim.
Otogar… Yeni başlangıçlardır. Taze bitişlerdir. Sıcak kavuşmalardır. Soğuk ayrılıklardır. Cam kenarında oturup memleketine elveda ederken el sallayan bir insanın gözyaşlarıdır. Bazen, bazen ailesini geride bırakıp, gurbete çalışmaya giderken üzüntüsünü belli etmemek için gözyaşlarını içine akıtan bir babanın zorlama gülümsemesidir. Davullu zurnalı, coşkulu asker uğurlamalarında omuzlardaki, bizim olan en büyük askerin buruk bakışları ve annesinin kahreden yürek yangınıdır. "Yoldayken atıştırırsın. Ama gider gitmez bavuldan çıkarıp dolaba koy, yoksa bozulur" diyen ve ardından defalarca sormasına rağmen son bir kez istem dışı "okulun ne zaman kapanıyor" diye soran annenin sorusundaki titrek ses tonudur…
Etrafıma bakına bakına dolaşırken gördüğüm manzaralar başka bir boyuta sürüklüyordu beni. Mesela küçük bir ağacın gölgesi altında oturmuş, başı öne eğik gözleri yerde yaşlı bir adam. Bavulu iki ayağı arasına almış öylece oturuyordu. Düşünceli olduğu her halinden belliydi. Cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. Önce derin bir şekilde içti ardından tekrardan düşüncelere daldı. Ben de az öteye geçip sırtım dönük bir şekilde oturdum. Biraz oturup sohbet açarım düşüncem vardı. Sırtım dönük olduğundan göremiyordum ama kulağım oradaydı. Biraz sonra telefon geldi:
-Efendim kızım?... Evet, vardım… Daha yarım saat var… Annenin sesi mi o?... Söyle ağlamasın… Sabretsin… Üzülmesin, 30 yıldır dışarıda çalışıyorum… Mecburuz, yapacak bir şey yok... Tamam kızım… Sen de…
Bir dakikaya ancak birkaç saniyenin de eklendiği bir görüşme yaptı. Belli ki fazla uzatmak istemiyor, anın hemen bitmesini istiyordu. Görüşmesi bittikten sonra ses kesildi. Ben de elimdeki telefonla uğraşıyordum. Bir ara ne yapıyor diye baktım ama yoktu. Etrafıma baktığımda göremedim. Ya o çok sessiz bir şekilde gitmişti ya da ben telefonuma dalmıştım. Kim bilir o an hangi duygular içindeydi ve nasıl bir hayatı ve öyküsü vardı. Duygularını öğrenmek istiyordum. Ama o yoktu, gitmişti. Öylece kalakaldım. Üzülmüştüm ve biraz da sinirlenmiştim. Sinirimi bir şekilde atmam gerekiyordu. Eğer telefonla fazla meşgul olmasaydım belki sohbet edebilirdik bu yaşlı adamla. O an elimdeki telefona baktım. Beni oyalayan telefona… Tabi maliyetini de düşündüm. Sonra yavaşça cebime koydum. Maazallah! Elimden bir kaza çıksaydı kendime gelemezdim.:) Ama güzel bir şey oldu. Yaşlı adamın oturduğu yere doğru yürüyünce bir çakmak buldum. Belli ki sigarasına yaktıktan sonra orada unutmuştu. Onu görmek için etrafa göz gezdirdim ama bulamadım. Ben de hatıra kalsın diye yanıma aldım. Yanlış anlaşılmasın, sadece hatıra kalsın diye yanıma aldım.:)
Esenler otogarı birkaç kattan oluşur. En üst katı zemini yani bulunduğum yer. Altta da 2-3 kat daha var. Yolcular biletlerini en üst kattaki firmaların satış ofisinden alır ve yine bu katta otobüsü bekleyip yolculuk için hazırlık yaparlar. Diğer alt katlar ise daha çok metruk sayılabilecek, otobüslerin ihtiyaçlarını karşılayacak ürünlerin satıldığı dükkânlardan oluşan ve genelde vatandaşların pek kullanmadığı karanlık yerler. Ben de merdivenlerden aşağı indim. Otogarın orta katlarında esnaflar vardır. Neredeyse her türlü Pazar ürünü buralarda satılır. Giyim mağazaları, ayakkabı mağazaları, büfeler, mini manavlar vs. birçok dükkân bulunur. Dikkatimi çeken şey ise bu katın çok karanlık ve çok bakımsız olmasıydı. Mağaza ve dükkânların camekânları çok kirliydi. Bazıları dükkânın kepenklerinin çoğunu indirmiş, bir iki tanesini açmıştı. Aydınlatmaları çok zayıftı. Spotçu dükkânları gibiydi ama ürünler ikinci el değil sıfır ürünlerdi. Benim de birkaç parça elbise almam gerekiyordu. Hazır gelmişken bir göz atayım diye giyim mağazalarına bakınmaya başladım. Birkaç tane dolaştıktan sonra birine girmeye karar verdim. Selam verip bana lazım olan birkaç parça giysiyi sordum. Satıcı mevcut olduğunu söyleyip getirdi. O sıra konuşmaya başladık. Muhabbet ettik. Sıcakkanlı bir satıcıydı. Bana getirdiği elbiseleri denedim. Birkaç parça elbise aldım. Ama aldığım pantolonun terziye gitmesi gerekiyordu. Satıcı hemen komşusu olan terziye yönlendirdi beni. Gösterdiği terzinin dükkânına gittim. İçeri girdiğim. Dükkân bir perde ile ikiye ayrılmıştı. Gözlerim ustayı arıyordu. Ustayı dükkânın bir köşesindeki tamir masasının başında oturup kulaklık tamir ederken gördüm. Tamir masasının bulunduğu yerin arkasında ise raflara dizilmiş ayakkabılar mini bir ayakkabı mağazasını andırıyordu. Bulunduğum yerde terzi masası ve ütüsü karşımda ise yerde yorgan ve yastıklar vardı. Şaşkındım, ne olduğun anlamaya çalıştım. Terziye selam verdim.
‘Kolay gelsin usta. Bu pantolonun kısalıp daralması gerekiyormuş. Yapar mısın?’ dedim.
‘Eyvallah, sağolasın. Yaparım elbet. Şu elimdeki işi hemen bitirip geliyorum’.
O elindeki işle uğraşadursun ben etrafıma bakıp olayı anlamaya çalışıyordum. Birkaç dakika sonra işini bitirip tamir masasından kalktı ve bulunduğum yere geldi.
‘Memleket nere?’ diye sordu.
‘Diyarbakır, sizin’
‘Benim Van. Vay be hemşeriymişiz’ dedi gülümseyerek.
‘Evet öyle, bu arada isminiz?’ diyerek tebessümle karşılık verdim.
‘Abdulkadir’
Diğer esnaf gibi Abdulkadir usta da sıcakkanlı biriydi. Kendisine hemen ısınmıştım. Hem hazır ısınmışken aklımdaki birkaç soruyu da sorayım dedim.
‘Usta bu katlar niçin böyle kirli ve bakımsız. Bunun bir nedeni var mı?
‘Buralar’ dedi. ‘1994 yılında otogar açılmadan önce, bulunduğumuz burası(bu kat) otogarın merkez katı olacaktı. Doğal olarak en işlek dükkânlar ve mağazalar da buralarda olacaktı. Epey yatırımcı buralardan dükkân satın aldı. Bazıları kiraladı. Yani anlayacağın büyük büyük yatırımlar yaptılar. Ama sonra ne olduysa otogarın ihalesini alan kişi sözünde durmayıp her şeyini alıp kaçtı. Anahtar teslimi sözüyle dükkânları sattığı yatırımcıların paralarını alıp kayıplara karıştı. Bundan dolayı yatırımcılar battı. Otogarın merkez katı bu kat yani alt kat değil, üst kat oldu. Bu katta bulunup kirası 10.000₺’den aşağı olmayan bu koskoca mağazalar, ya kepenk kapatmış ya da 300-400₺’ye depo niyetine kiraya verilmiş. Her yerinde fareler, böcekler var. Çöp yığınları olmuşlar. Velhasıl bakma buraların bu haline. Bu kat, binlerce hayalin ve hayatın battığı bir kat.’
Gördüğüm o manzaralar işin aslını öğrenince anlam kazanmıştı. Ama anlam kazanması gereken bir manzara daha vardı. Abdulkadir ustanın dükkânının hali. İstanbul’a nasıl geldiğini ve dükkânının halini sohbet sırasında sordum. Başladı anlatmaya:
‘1989’da Van’dan tek başıma geldim. İşsizlik vardı memlekette. Tabi evliydim o zamanlar. Yaklaşık bir yıl boyunca tek başıma buralarda tutunmaya ve kendi imkânlarımla ayakta durmaya çalıştım. Aradan biraz zaman geçince ve aileyi getirmenin mümkün olduğuna karar verince evi aldım geldim. Hiç kimsemiz yoktu buralarda. Anadan ayrı babadan ayrıydık. Kaderimiz buraya getirdi bizi. Babam hep derdi; ‘ekmeğin nerdeyse yerin orasıdır’ diye. Haklıymış. Buralarda ayakta durmak için. İki çalışıp bir yemek veya hiç yememek lazım. Masraflar çok… Bak mesela dükkanımda terzi diye yazıyor. Ama terzi yaptığım işlerden sadece biri. Bu dükkanı dört parçaya bölmüşüm. Bir tarafında terzilik yapıyorum. Şu gördüğün tamirat masasında otobüsteki kulaklıkların tamiratını yapıyorum. Raflardaki ayakkabıları görüyorsun. Aynı zamanda ayakkabı satıyorum. Karşındaki battaniye ve yastıkları da otobüslerdeki yataklar için yapıp satıyorum. Dükkan dışında servise çıkıyorum. Haftada 6 gün sabah 6’da çıkıp Esenyurt’a işçi servisi yapıyorum. Buraya vardığımda saat sekiz buçuğu buluyor. Buradan da akşam 4-5 gibi çıkıp o işçileri alıp geliyorum. Eve vardığımda saat 8’i buluyor. Hafta sonu servis olmuyor ama ben yine buraya geliyorum. Haftanın 7 günü de çalışıyorum. Gelirim aylık 8 bini buluyor. Belki inanmazsın ama yine de yetmiyor. 4 çocuğum var biri üniversiteye hazırlanıyor diğer 2’sini de hafızlık kursuna yazdırdım. Benim küçükken hevesim vardı hafızlığa fakat şartlar el vermedi. İstiyorum ki benim yapamadığımı evlatlarım yapsın. Okusunlar öğrensinler. Ben okuyamadım. Ama onlar okusun.’
Abdulkadir ustayı dinlerken öyle kendimden geçmişim ki, orada niçin bulunduğumu bile unutmuştum. Sohbet bittikten sonra teşekkür edip terziden ayrıldım. Karanlık ve bakımsız dükkânların arasından düşünceli bir şekilde yol aldım. Usta, Abdulkadir usta… Beş iş, beş boğaz, bir baba, bir anlam ve bir hayat… Etkilenmiştim ve yürürken asıl meselemizi düşündüm ‘Her an birilerinin geçim derdi için hayatını hiçe sayıp çirkinliklere bulaştığı bu kaygan zemin üzerinde tevekkül edip sağlam durmak, eğilip bükülmemek, helal olan rızıktan başka bir şeyde gözü olmamak.’ Bu düşünceler içinde uzaklaşırken bir ıslık duydum. Dönüp baktım. Abdulkadir usta elindeki poşeti kaldırmış bana gösteriyordu. Meğer pantolonu unutmuşum. Dedim ya kendimden öyle geçmiştim ki orada niçin bulunduğumu bile unutmuştum.:)
”Sen, rızkı aradığın gibi rızık da seni arar; müsterih ol; ecel gibidir; seni takip eder.” (Hz. Ali)
Söz&Kalem - Ömer Polat