19 ve 20. yüzyılın başında icat edilen sinema ve televizyon her ne kadar ehliyet sahibi ustalar iş başındayken sanatın etkilenirliğini ve arı estetiğini ortaya koymuş olsa da modern sistemler içerisinde diğer birçok şey gibi propaganda aleti olarak kullanılmaya başlandı. Son yüzyılda kitlelere ulaşan her şey – kitap, radyo, müzik, sinema, televizyon…- ideologların, para babalarının, lobilerin ve devletlerin süfli ve bayağı ideolojilerinin lansmanı uğruna propagandist bir tavra büründü. Ve bir süre sonra bireyler kitleler halinde oturduğu yerden sömürülmeye hazır hale getirildi. Cezayirli mütefekkir Malik bin Nebi’nin ihtimam göstererek üzerinde durduğu ‘zihinlerin sömürgeleştirilmesi’ ifadesinin vuku bulmasına imkân veren hiç şüphesiz sınır aşırı fikirleri evin içine kadar taşıyan sinema ve televizyondur. Maruz bırakan ve ötekine hizmet eden bu alet, çeşitli psikolojik yöntemlerle direkt olmasa da subliminal bir biçimde zihinlere ve mefkûrelere işaretler veriyor. Her ne kadar çıkış amacı ‘olanı göstermek’ mottosu üzere kurulmuş olsa bile, ‘olması gerekeni’ en sinsi metotlarla aktarmaya çalışıyor.
Sinema, eril kahramanlık serüvenlerini, romantizm arayışını, kadın melodramını, kurtarıcı şiddet öykülerini, ırkçılığa ve suça ilişkin klişe izletimleri, empoze edilmesi hedeflenen ideolojiye yapılan güzellemeleri vb. konuları toplumsal değer ve kurumlarla bağlantılı hale getirerek bunları değişmez bir dünyanın pek doğal ve apaçık göstergeleri olarak algılanmasını sağlıyor. Bu durum seyre dalanı -empoze edilmek istenen- toplumsal düzenin temel varsayımlarını benimsemeye ve bunların gayri-akil, bir o kadar da ahlaksız tutumlarını göz ardı etmeye alıştırmaya başlıyor. Mevzu bahse birkaç misal vermek ifadeleri perçinlemek ve verilen malumatları sağlam zemine oturtmak adına iyi olacaktır.
İlk misal; I. Dünya Savaşında, Alman Sinemasının, sinemayı bir ‘propaganda aracı’ olarak fark etmesi ve üzerine çalışarak bu fikrini bir silah olarak kullanmasıdır. Almanlar savaş esnasında Alman karşıtlığını anlatan trajik filmler çevirir. Bu filmler sonrası dünyada müthiş reaksiyonlar oluşur. Bunu fark eden Almanlar, Deutsche Lichtspiel Geselschaft (DEULIG) ve Bild und Filmamt(BUFA) gibi bu alanla ilgili kurumsal yapılar ortaya çıkarır ve akabinde ülkede Hollywood filmlerine dair sınırlamalar getirir ki halk dışarının fikrinden etkilenmesin. Daha sonraları da sinema ve televizyon sektörünün milli payını arttıracak teşvikler vermeye başlar. Böylelikle savaş sırasında ülkede vizyona giren yabancı filmlerin sayısı ve etkisi azalır. Hemen bila ahirinde de yabancı sinemanın önü kesilir ve 1918/1933 yılları arasında yerli bir Alman fikriyatı hem endüstri de hem de toplumda inşa edilmiş olur. İkinci misal; Tom Cruise’un başrolünde oynadığı Top Gun filmidir. Amerika’da donanma pilotluğuna rağbetin en az olduğu dönemde çekilen filmin amacı bu gediği kapatmak, kalifiyeli eleman alımı yapmaktır. Ve sinemanın gücü bir nesle donanma pilotu olma aşkını empoze etmeyi başarmış, sonraki yıl başvurular ve alımlar önceki yılların rekorunu kırmıştır. Bir başka misal, militarizmin en net sembolü olan ve ABD’nin kaybettiği savaşları tek başına telafi eden plastik kahraman Rambo’nun yarattığı etkidir. Son misal de Spielberg’in Münich filmidir, Amerika ve İsrail propagandası yapmakla beraber İsrail’i sempatikleştirme çabası filmin başından sonuna kadar kendini hissettirir.
Kameranın aksiyon ve re-aksiyonlarına karşı yapılanın verdiği sonuç ortada iken acaba dinini yüceltmekle muvazzaf Müslüman zihin, sinema karşısında nasıl bir tavra bürünmüştür? Olayların ve savaşların seyrine müdahale eden bu propaganda aracının gücünü ne kadar kullanıyorlar? Televizyon ve sinema dünyasının neresine konumlanmışlar? Sinemanın propagandist tavrını lehine çevirebilme becerisi gösterebilmişler mi?
Pek tabii istisnalar (kısmen İran ve Bollywood) dışında verilecek cevap hayırdır. Müslümanlar sinemanın propagandist tavrına karşı konumlanabilmiş değiller, lehte çalışmalar yapılamamıştır.
Acıdır ki,
Modern çağın geç uyananları biz Müslümanlar, yeni keşfedilen ya da piyasaya sürülen gelişmelere karşı evvela anlamsız bir seyir haline giriyor, sonra biraz alışıyor ve sıradanlaştığı zamanlara denk gelince de tanışma, ayrıntıları öğrenme ve dönüştürme fikirleri ortaya atıyoruz. E tabi geç olmuş oluyor.
Bu böyle olmamalıdır, olamaz. Çağın yenilikleriyle Müslüman zaman kaybetmeden bir muarefe halinde olmak mecburiyetindedir. Emaneti yüklenen ve o ulvi yolda bende kilometre taşı olmaya adayım diyen her Müslüman, istikametini yitirmeden dönemin yeniliklerine -gücü yetiyorsa- alternatif getirmek, yetmiyorsa sunulanı dönüştürmek eylemini kendine vazife bilmelidir. Edilgen değil etken olmak zorundadır. Beşeri ideolojileri intişar etmek gayesiyle yararlanılan hangi sistem varsa, Müslüman olarak bunun teferruatını bilmek, sistemin keyfiyetine hâkim olmak ve uygun olanı dinin yüklemiş olduğu tebliğ vazifesine bir enstrüman olarak kullanmak zorundayız ki var olmaya devam edelim.
Sinema ve televizyon karşısında dudak bükerek hacı ve hoca benzetmeleriyle alay edenleri kınamak yerine, hacı ve hocayı oynayabilecek oyuncular yetiştirmeliyiz. İşin mutfağına adam koymalı ve ne nedir öğrenilip öğretilmeli. Ekranlar başında damarlara zımnen işlenen beşeri ve gayri ahlaki ideolojilerin yerini dinin izharı ve muhabbeti üzerine bina edilmiş durumlar ve hikâyeler almalı. Bilhassa genç dimağlar Rambo, Boyka, Jet lee, Angelina gibi karakterler yerine kendinin temsiliyetini yapan şahısların ismini önce oluşturmalı sonra zikretmeli. Dine atılmış iftiraları, İslamofobik faaliyetleri ve Müslümanları yanlış tanıma gafletlerini tek bir filmle kısmen değiştirebilir, işin hakiki zevahirini ortaya koyma yeteneğini sinemayla gösterebiliriz. Bunun farkına varmak ve modern çağın her varyantına kendini kaybetmeden vakıf olmak, çağa hükmetmenin yolunu bize açacaktır inşallah. Sözü uğurlarken, sinema konusuna hassasiyet gösteren ve Hasan b.Sabit sinema akademisiyle adeta ifade edilen teorinin ilk aşamasını pratiğe dökme gayretinde bulunan Siyer Vakfı’nın bu nevdeki etkinliklerini mercek altına almakta fayda var. Rabbim kolaylık versin ve dini mubin uğruna aldıkları sorumlulukların ecrini nezd-i ilahide versin.
Söz&Kalem | Yusuf Yetiş