İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplum, belirli bir coğrafyada, insan sınıflarının bir araya gelmesiyle oluşan yapıdır. Fakat toplumsallaşmada sadece aynı sosyolojinin ve coğrafi konumun mevcudiyeti yeterli değildir. Fertlerden oluşan yapıya kollektif bir bilincin eşlik etmesi, yapının yaşamasını ve hayatiyetini sürdürülebilir kılmasına imkan tanır.
Ortak hedefleri, hayal ve amaçları olmayan toplumlar, tarih akışı içerisinde diğer milletlerin yaptıklarını yalnızca seyrederler. Olay ve olguların akışını etkileyen aktörler değil, meydana gelen değişimler karşısında savrulan birer figüran olabilirler.
Toplumlar, uğruna şahsi ikballerini bir kenara bırakarak parçanın değil bütünün, ferdin değil cemiyetin umumi kurtuluş ve muvaffakiyeti için çaba sarf edecek hedeflere şiddetle muhtaçtır.
Medeniyet tarihi yakından incelenecek olursa her dönem bazı toplumların bu güçlü motivasyonu yakaladığı ve yaşadıkları dönemde kalıcı izler bıraktıkları görülecektir. Ortak hedef ve hayaller ise biteviye dövüşen ve kavgayı ancak yorulunca bırakan taraflarca konuşulamaz. Böyle bir atmosfer içinde parlak bir gelecek tesis edilemez.
Ezcümle II. Dünya Savaşı'nda birbirlerini parçalayan, asker ve sivil ayırt etmeden karşılarına çıkan herkesi acımadan öldüren, bütün Avrupa başkentlerini yerle bir edip, hayatı cehenneme çeviren güçler, savaş müddetince 60 ile 70 milyon arasında insanın ölümünden sonra hiçbir şey olmamış gibi aynı masanın etrafında oturabiliyor.
Geçmişin acılarından ders çıkarıp ortak amaç ve menfaatler etrafında sıkıca kenetlenebiliyor. Bir elin uyumlu parmakları gibi davranmaktan rahatsızlık duymuyor. Fasit bir kin ve intikam dairesi içinde yok oluşun eşiğine gelmemek ve bu mahvedici döngüden kurtularak daha iyi bir gelecek kurma idealiyle bunu yapıyor.
Toplumsal yaşam için, birlikte yaşama kültürü için en büyük tehdit farklı unsurlardan oluşan cemiyetin herhangi bir kesiminin düşmanlaştırılması ve o kesim üzerinde üstünlük fikri oluşturma çabasıdır.
Bunun bir sonraki aşaması toplumun belirli bir kesiminin ayrıcalıklı sınıf haline gelmesidir. Toplumsal eşitsizlik, bir tarafı seçkinleştirirken diğer tarafı ötekileştirir. Bu durum toplumun temeline dinamit yerleştirmektedir. Tıpkı Ruanda’da yaşanan ve 800 bin insanın ölümüne neden olan kanlı iç savaş gibi…
Belçikalılar Ruanda’da azınlık olan Tutsilere ülkede siyasi ve sosyal ayrıcalıklar tanıdılar. Çoğunluğun azınlık tarafından ezilmesi büyük bir fecaatin müsebbibi oldu. Daha sonra haksızlığa uğradığını düşünen Hutuları Tutsilere karşı kışkırtan Belçikalılar ülkede cehennemin kapısını açan koca bir fitne ateşi yaktılar. İngilizlerin ve Fransızların bu acı olaydaki zeminsel dahli bilinen bir gerçektir.
İrlanda’lı yönetmen Teryy George’un çektiği “Hotel Ruanda” filmi Ruanda iç savaşını birçok yönüyle gözler önüne seren, fakat Batı’lı dostların bütün savaş günahlarını örten taraflı bir melodramdır.
Bir dönem Türkiye’nin batıcı siyasi eliti de halktan kopuk ve “jakoben” bir azınlıktan müteşekkildi. Kendilerini halktan üstün gören cumhuriyet sosyetesi, zaman içinde karşılarına rakip olarak çıkan Anadolu insanına her zaman tepeden baktı. Çünkü ülkenin gerçek sahipleri onlardı. Bu küçümseyici tavır bugünlerde dahi yer yer karşılaştığımız bir tavırdır. Dün Anadolu insanını “çarıklı” ve “takunyalı” ifadeleriyle aşağılayanlar; bugün kendi siyasi çıkarlarına uymayan herkesi “cahil” olarak görmektedir.
Günümüzün mevcut pozisyonunda Türkiye toplumunun birliğine ve birlikte yaşama kültürüne kasteden en büyük tehdit, popülist söylemlerin arkasına saklanıp sonuçlarını hesaba katmadan; ırk, etnisite ve mezhep kampları üzerinden hedef gösteren, ayrıştıran, aşağılayan, kutuplaştıran ve bu nefret kusmuklarından taraftar toplamaya çalışan kişiler ve kurumlardır.
Toplumun her kesiminin farklılık ve renkleriyle, kendi gelenek, fikir ve kültürleriyle huzur içinde bulunması, siyasi, sosyal ve iktisadi manada insanca yaşayabilmesinin imkân ve şartlarını oluşturma çabası, yaklaşık iki asırdır büyük insani krizler ve derin yaralarla yaşamaya çalışan ve her yanı kanamakta olan Türkiye toplumu için asgari bir ortak hedef olabilir.
Bu ortak hedefin ilk basamağı ise toplumda gerilimi artıran, fitne ve düşmanlığa kapı açarak geçmiş kavgalara yeni fitiller takan ırkçı ve fanatik söylemlerden arınmak, bizim gibi düşünmeyeni anlayacak irfana ulaşmaya çalışmaktır.
Fakat şu bir hakikattir ki; toplumsallaşma yeteneğinden yoksun olan kişiler ve kurumlar, her zaman parça kalmayı önemserler. Yaşadıkların toplumun bütününden habersizdirler. Ve kendilerini bu şekilde daha güvende ve güçlü hissederler. Zira asıl gücün, güvenlik ve huzurun beraberlikten doğduğunu idrak ettiren irfan, onların sokak ve mahallesine asla uğramamıştır.
Batı, Irkçılık ve İslam Dünyası
Taassup, bütün toplumsal kötülüklerin başıdır. Taassup, etimolojik köken itibariyle sinir veya kas lifi anlamlarına gelen “ṣb” kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Asabiye, toplumun bir kesimi ile birlikte ve bir kesimine karşı olmak demektir. Ruhunda fanatizm ve partizanlık vardır. Gücünü ve meşruiyetini kendi varlığından, hedeflerinden ve ideallerinden almaz. Düşmanından beslenir. Muhalifiyle anlam kazanır. Gerilim ve derin çelişkilerden beslenir.
Şeytan, Hazreti Âdem aleyhisselam’a karşı partizanlık yaparak kendi yaratılış ve üstünlüğünü nasıl savunuyor idiyse; kendi üstünlüğü fikriyle birbirlerine meydan okuyan, milliyetçi söylemlere dünden bugüne hep muhatap oluyoruz. Batı dünyasına karşı tedirgin ve kompleksli, aynı coğrafyayı paylaştıkları diğer halklara karşı cesur ve merhametsiz klinik vakalar ile karşı karşıyayız.
Diğer taraftan tarihsel süreçte ırkçılık ve fanatik milliyetçiliğin Fransız Devrimleri sonrası İslam dünyasına sıçramasıyla; koca bir ümmetin süratle çatırdamaya başladığını görüyoruz.
Ulus devlet fikriyle birlikte her etnik yapının kendi devletini kurma fikrinin bugün dünyada güçlü devletler karşısında hiçbir anlam ifade etmediğini, sonucunun ise onlarca yapay/plastik devlet olarak tezahür ettiğini tarihsel tecrübemiz ile tasdik edebiliriz.
Batı düşüncesi “yabancı” kavramına her zaman korku, şüphe ve temkinle yaklaşır. Kendisinden olmayana karşı düşmanca davranır. Dünya görüşü ve yaşam felsefesi itibariyle insan ve eşyaya karşı kötücül bir bakışa sahiptir. Kendi varlığını korkular üzerine inşa eder. Bilinçaltlarında her zaman bir barbarlar tarafından “istila edilme” kabusu yatar.
Fakat bu bir sonraki planda yerini sosyopsikolojik korkulardan beslenen ırkçı fanatizme bırakır. Bugün dünyada 100 milyona yaklaşan bir mülteci nüfus söz konusudur. Dünyanın en önemli meselelerinden biridir.
Mülteci meselesine karşı dünyaya “insan hakları” ve “özgürlük” dersleri veren “hümanist” AB’nin tutumu insani değildir. Ekranlarda gülümseyen makyajlı söylemler, mülteci meselesinde ırkçı ve düşmanlık kokan politikalara tebdil edilmektedir.
Toplumsal “Bir”leşmenin İmkanına Dair
Eski Türkçe’de cemiyet olarak kullandığımız topluma karşılık gelen kavram ile cemaat kavramı aynı kökeni paylaşmaktadır. Fakat cemiyet daha kuşatıcı bir kavram olarak kullanılırken, cemaat kavramı ise cemiyetin bir bakıma alt gruplarını ifade etmektedir.
Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın İslam düşünce tecrübesi içinde fertten aileye, cemaatten cemiyete doğru bir hedef seyri söz konusudur. Bu tecrübe toplumun en küçük şubesinden yola çıkarak bütüne ulaşma çabası sadedinde önemlidir, kıymetlidir.
Yaşamın temelinde çoklukta birlik ve birlikte çokluğun tezahürlerine rastlamamız mümkündür. Hayat bir yapbozun parçaları gibi de görülebilir. Aynı zamanda yapbozun oluşturduğu büyük bir resim olarakta kabul edilebilir. Parça birliğe delalet eder. Birlik ise çokluğa…
Birinin varlığı diğerinin yokluğunda değildir. Bilakis birbirini besleyen ve yaşatan iç içe geçmiş daireler gibidir.
İslam irfan geleneğinin öncü şahsiyetleri yaşadıkları sürece hiçbir zaman ayrıştırıcı ifadeler, ötekileştirici tavırlar sergilemediler. Bilakis her zaman birleştirici olmanın yol ve şeraitini insanlığın nazar-ı dikkatine sundular. Bütün kainatı yaratılışın kıymetli birer parçası, bütün insanlığı aynı ailenin birer evladı gibi kabul ettiler. Mevlana Celaleddin Rumi böyledir. Yunus Emre böyledir. Hacı Bektaş-ı Veli böyledir.
Kin ve düşmanlığın insana layık olmadığını bize öğrettiler. Irk asabiyetinin şeytani olduğunu öğrettiler. İnsan-ı kamil olmanın yetmiş iki millete aynı nazarla bakmaktan geçtiğini onlardan öğrendik. İnsanların yaratılışı gereği birbirlerinden farklı olduğu, dillerin, renklerin, kavimlerin bir araya gelebilmek için farklı suretlerde yaratıldığını, fakat hakikatte hepsinin aynı hilkatin birer tecellisi olduğunu hiç durmadan söylediler. Birleşmenin yaşamın özüne uygun olduğunu ikrar ettiler. Ayrışmanın sahte olduğunu, sureta gerçek görünen birer hayal olduğunu ifade ettiler. Bütün kötü niyetlere, fitnekar maksatlara ve şeytani vesveselere karşı “Ayrışma”nın toplumsal varlığını inkâr ettiler. Ellerinin tersiyle iterek reddettiler.
Modern çağın zihinsel kalıplarına, kavramsal çarpıtmalarına, yobaz algılarına, dogmalarına kapılmadan; erenleri dinlemek, sözlerine kulak vermek, gözleri ve kalpleri perdeleyen her türlü taassup ve fanatizmden kurtularak saf bir taakkule kavuşmak yaşamın yüreğinde büyütmüş olduğumuz tekamül yolculuğumuzda bizleri asıl maksada ve kemale bir adım daha ulaştıracaktır.
Söz&Kalem Dergisi | Orhan Özsoy