Söz&Kalem Dergisi - Elif Yağar Aslan
Hamd ve sena, kalpleri yed-i kudretinde bulunduran, mutmain olmasını yalnızca bâki olan amellere musahhar kılan Rabbimizedir. Salat ve selam, hatemu’l enbiya olan Resul-i Ekrem (s.a.v)’e, seçkin ashabına ve pâk ehl-i beytine olsun.
Abdullah İbni Mesud (r.a) şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v) bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
–Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun üzerine Resul-i Ekrem:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu gibiyim” buyurdular. (Tirmizî, Zühd 44 )
İnsan öz varlığı ile geçici dünya hayatında müstesna bir konuma sahiptir. Aklı, iradesi ve ihtiyarı gibi nev’i şahsına münhasır olan özellikleri ile bu konumu, kendisi için bir sorumluluk ve mesuliyet arz etmektedir. Bu özellikler, insanın başıboş bir şekilde yaratılmadığını ve bir amaca hizmet etmesi gerektiğini göstermektedir. Sahip olduğu ulvi özelliklerden en hayırlı şekilde istifade etmesi; arzu, heva ve heves gibi nefsin isteklerinden sıyrılması ile mümkündür. Bunun ise en güzel yolu, geçici olan duygulardan soyutlanmak ve bâki hayat eksenli yaşamaya gayret etmektir. Nitekim nefs, Hz. Yusuf’un ifadesiyle daima kötülüğü emretmektedir. Dar-ı ahiret eksenli yaşamaya çalışmanın ilk yolu, insanın kendi çevresi ile olan ilişkisini yeniden gözden geçirmesi ile başlar.
Sahte ilişkiler, geçici duygular ve pragmatist hevesler insanı sürekli dar bir çıkmaz içerisine hapseder. Samimi ve içten davranışların yerini muhteris arzular alır. Böylece insan, sürekli menfi ve çıkarcı duygular ile hareket eder. Bu tutum, insanı zamanla bir metaya dönüştürür. Eşref-i mahlukat makamının tüm kutsiyetini kaybeder. Sadece kendisi için yaşar ve kendisi dışında hiçbir kimseyi düşünmez. Üstad Bediüzzaman’ın tabiri ile beşerin tüm boğuşma ve debdebesi tek bir cümlede vücut bulduğu gibi ahlak-ı seyyienin yani kötü ahlakın menbaı dahi bir cümle içerisinde saklıdır. Birinci Cümle: Ben tok olayım da başkası açlıktan ölse bile bana ne. İkinci Cümle: Başkaları bana hizmet etsin, benim için çalışsın ben de rahat olayım, onların emeğini sömüreyim. Bu iki anlayış, insanlık tarihi boyunca batılı, delaleti, hırs ve tamahı temsil etmiştir.
Geçici dünya hayatında bir sefer halinde olan insanın sadece nefsi mutluluk üzere bir yaşamı benimsemesi, haz ve lezzetler üzerine kurulu bir hayatı arzu etmesi, manen çürümüş ve bitmiş olduğunu gösterir. Bu kötü anlayışların en tesirli panzehiri ise dosdoğru olmak, hidayet önderlerini takip etmek ve sıddıkları örnek almaktır. Hz. Adem’den, hatemü’l enbiya (s.a.v)’e kadar tüm Peygamberler ve onlara tabi olan hakikat yolcuları; alimler, veliler, şehidler, mütefekkirler, bilginler kısaca insanlar arasındaki en hayırlı silsileler, topluluklar ve bireylerin tamamı için en büyük mutluluk ve saadet, ahiret günü için azık toplamaktır. Bu mutluluk ve saadeti de insanlara faydalı ve yararlı şeyler yapmada bulmuşlardır.
Bu kimseler, kendilerini birlikte yaşadıkları toplumların hizmetine adamışlardır. Bir an olsun salt kendileri için yaşamamışlar ve dünyanın yalnızca kendi eksenleri etrafında döndüğü yanılgısına düşmemişlerdir. İnsan olmanın en ulvi niteliklerinden olan ‘’diğer insanları düşünme, empati kurma’’ özelliğini kendilerine şuur edinmişlerdir. Hem iyi hem de zor ve kötü günde toplumlarının yanında olmuşlar ve daima onlar için bir çıkar yolu gözetlemişlerdir. Bunun en güzel örneğini, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’de görmekteyiz.
Resul-i Ekrem (s.a.v), Mekke döneminde sahabeler ile birlikte yıllarca en ağır boykota maruz kaldı. Türlü türlü çilelere, ithamlara, iftiralara uğradı. Fakat bir an olsun, sahabelerden farklı bir yaşam biçimi benimsemedi. Medine döneminde de ağır imtihanlar devam etti. Resulullah (s.a.v) bu süreçte bir Devlet Başkanı olmasına rağmen, yine sahabeler ile birlikte en çetin zorluklar ile karşı karşıya kalıyor, kendisini her anlamda toplumun hizmetine vakfediyordu.
Salt dünyevi gaye ile yapılacak tüm insani ve sosyal duyguların, düşüncelerin ve pratiklerin yalnızca bu dünya ile sınırlı kaldığı, ebedi hayatımız için bizlere bir fayda sağlamayacağı gerçeğini idrak etmeliyiz. Üstelik, dünyada da bir bereketinin olmayacağını, hayırla istifade edemeyeceğimize de bilmeliyiz.
İman’ın ve İslam’ın aziz öğretisine baktığımız şu hakikati net olarak görmekteyiz:
Dünyada ki asıl saadet, elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç yalnızca bâki olan şeylere gönül bağlamaktır. Bunu yaparken, kılavuzumuz İlahi ihbar ve Nebevi metod olmalıdır. Bu yolculuktaki azığımız; berrak bir niyet, içtenlikle yapılan dua ve cehd ile yoğrulan bir gayrettir.