Söz&Kalem Dergisi - Hüseyin Gülsever
20'sinde bir genç...O güne kadar dünyadan nasibini almadığını düşünen-biraz sonra ne kadar nasipleneceğinden habersiz- avare, yorgun, göz dibi dünyanın yükünü taşımaktan kamburlaşmış, payına somurtmaktan başka bir şey düşmediği için dudak uçlarının yönü hep ayaklarına doğru uzanan bir genç adam...
Yürüyor kendi memleketinin dar sokaklarında -sahaflar dar sokakların geniş soluklarıdır-. Kafası dumanlı, ağzı dumanlı... Yalpalamadan devam ediyor adımlarına, güç bela. Zira gururunu incitecek bakışlardan nefret eder.
Sehven giriyor, bir daha çıkamayacağı... Hayır çıkmayacağı... (Olmadı) Çıkmak istemeyeceği o dükkana. Kim, niye, nasıl? Oraya nasıl girdiğini hiç öğrenemeyecek.
Tabelayı okuyamadan içeride buluyor kendini. Ve serüvenin ilk sorusu başlıyor:
-Neredeyim ben?
+Hoş geldin genç adam.
Genç mi dedi biri ona? 20'nin yanına bir adet sıfır ekleyecek yaşta hissediyordu oysa. Ama 'adam' diyerek genç görünmediğimi dillendirmek istedi diye düşündü ve rahatladı. Genç olmak güzeldir. Gençken genç hissedememek ne kadar kötüyse, o kadar güzeldir.
-Efendim, özür dilerim. Adımlarım beni istemsiz getirdi ama inanın nerde olduğumu bilmiyorum.
+Aç mısın?
(Kimsin be adam. Sanane açsam)
-Yok sağolun.
Sandalyeye oturuyor genç adam, soluğunun kesildiğini hissedince. Nezaketsizlik. Zira oturma izni almamıştı.
+Ben sahaf Fatih. Bu istemsiz girdiğin dükkan benim evim.
(Sahaf Fatih mi? Sahaf diye isim mi olurmuş)
-Memnun oldum Sahaf bey. Sahaf isminizi mi Fatih isminizi mi seversiniz? Ona göre hitap edeyim.
Bir tebessüm belirdi Fatih Bey'in yüzünde. İncitmedi. Hiç incitmedi. Sadece saf kalbine bir yanıttı bu tebessüm.
+İstediğinle hitap edebilirsin. Ama adım değil işim sahaflık.
-Kitapçısınız anlaşılan.(kitaplarla en son ilkokul sıralarından kalma anısı vardı. Okulun ilk günü kendi bedeni büyüklüğünde bir poşet kitabı eve taşır, yıl boyunca dokunmazdı onlara. Dokunursa çarpılacakmış hissi...)
+Sahafım ben. Ölülerin elinden kitapları alır, ölecek olanlara satarım.
-Ölülerin kitapları mı? (İnsan öleceğini bile bile neden okur ki? Zaman kaybetmek ve süslü kelimeler öğrenmek dışında insana ne katar okumak?)
+Evet genç adam. Biz işimiz gereği mevta olanların eski kitaplarını alırız. Ve ilgilisine bir meblağ ile veririz. Bazen de yaşayan ölülerden alırız. Zira okumamak öldürür. Bedenin yürüdüğüne bakma sen.
(Neden bahsediyordu bu adam?)
-Peki sahafçı bey...
+Sahafçı değil evlat. Sahaf!
Suhuf; sayfa demektir. Sahaf ise sayfaların sahibi. Biz kendimizi sayfalara ait hissederiz.
-Sahaf bey amca. Ben buraya nasıl geldim? Okuma yazmayı unutmamak için ara sıra yoldaki tabelaları okurum ben. Ne işim var burada?
+Buraya herkes giremez genç adam. Bu dükkana girmek nasip işidir. Kağıdın kokusu kimin gönlüne inşirah olacaksa, o seçilir ve ayakları onu buraya atar. Girdin mi de artık ne yaka kartının, ne de isminin başındaki kısaltmaların bir önemi vardır. Burası camiye benzer. Devlet reisi ile belediye işçisinin aynı safta namaz kılması kabilinden ikisi de şu 3 metrekarelik alanda aynı itibarı görür. Burası kabire benzer, mahşere...
-Beni de ayaklarım buraya attı. Kağıdın kokusu mu varmış?
(İçeride kalbine sekinet indiren o kokunun kağıt kokusu olduğunu, o kokunun tarihin her bir satırını içerideki oksijenle harmanladığını bilmeden sormuştu. Ha bir de devlet reisini şuan oturduğu kürsüde hayal edince gülesi geldi ama gel gör ki gülmeyi bilmiyordu)
+Kağıt; içinde yazılanın kokusunu taşır. Savaşın kitabı kan kokusunu, memleketin kitabı toprak kokusunu, annemin kitabı tülbent kokusunu... Ama hepsini bir araya getirdiğim bu dükkanda bütün kokular mecz olur ve kalbine az evvel inen dinginlik kokusuna dönüşür.
(Yabancısı olduğu bir his: Dinginlik. Ve kokusu... Bu kokuyu ilk defa tadıyor. Tanımadığı bir koku ama aşina. Bezmi elest dedikleri şey bu olsa gerek)
-Buradaki kitapları satarak mı geçiniyorsunuz bey amca?
+Meraklısın, sevdim. Çayın kaç şekerli olsun?
-Şeker kullanmam.( Hayatımı kaleme alsam, üç harf dışında bir şey yazamam: Acı. Çaya şeker mi atılırmış? Bu arada en son ne zaman kalem tuttum. Sanırım borcumu ödemek için çektiğim faizli kredinin onay imzası için. Neyse...)
+Genç adam; kitapların bir pahası yoktur. İçeri giren kişi bilgiye, okumaya, öğrenmeye ve tarihin tozuna aşıksa, ben de o kitabı hediye etmeye aşığım. Ama kurnazlık peşinden koşan adama vereceğim bir sayfam bile yoktur.
Bu meslek ta atalarımız Osmanlı'nın bu topraklarda medrese öğrencileri yetişsin, ümmete ve dünyaya faydalı işler yapsın diye işlerini kolaylaştırma amacı ile doğmuş. Anlayacağın işin özünde ne ticaret var ne de ucunda zenginlik. Gönül köprüsü kuruyoruz; kolonları sayfadan, direkleri muhabbetten...
( Bu adam neler yapıyordu öyle. Az evvel içinde debelenip durduğu buhrandan nasıl çekip almıştı kendisini? Şimdi sadece sormak istiyordu, sadece öğrenmek. Oysa şimdiye kadar herhangi bir şeyi öğrenmek için değil, sadece ânı kurtarmak adına soru sormuştu: 'ücret ne kadar?', 'bu yol nereye çıkar', 'çakmağın var mı?', 'borcumuz?')
-İsteyen istediği kitabı alabilir mi? İstediği kitap diyorum ama bu karışıklıkta istediğini nasıl bulacak hem?
+Genç adam burası bir eczanedir. Öyle herkes elini attığını alamaz. İlacı da dozunu da ben belirlerim. Ha kendinin doktoru olanlar istisna. Onlar sadece ilacın ismini söyler. Şifanın adresi de parmaklarımın ucundadır. 'Sağdan üçüncü rafta efendim'.
Senin parmaklarının ucu Google'da bütün bilgilere ulaştırır seni. Ayırmaksızın... Benim parmaklarımın ucu ise sadece ihtiyacın olana.
(Büyülenmemek elde değildi. 15 dakika içinde olmak istediği mesleği seçmişti. Bu kokuyu ne annesinin bayram arefesi yaptığı çöreklerde; ne de yanından geçtiği, arkasında yük taşıyan eski kasa motorların mazotunda alabilmişti.)
- Şey efendim, benim işe, para... Ekmek... (kem küm).
(Bir tebessüm daha)
+Sahaf olmak kolaydır genç adam. Suhuf olmak zordur. Sayfalara girersen kalıcı olursun. Şu gök kubbede bir seda bırakmak istiyorsan suhuf olacaksın. Kendini altın harflerle şu topraklara yaz. Yaz ki söz uçsun, sen kal.
Ayrıca tecessüs genç adam. Bildiğin anlamı ile merak. Tecessüs mektebinden mezun olunmaz. Merakını bitirdiğin gün işten kovarım seni. Yarın sabah namazını kıldıktan sonra dükkanın önünde ol. İşimiz vaktimizden çok.
( Ne diyorsun bey amca. Nasıl yani? İş, ben, sabah, namaz... Anlamıyorum. Sanırım bir iş sahibi oldum. Hem de içimdeki huzura müsebbib şu kokuların dükkanında. Allah'ım...)
-Bey amca. Pardon. Fatih bey. Ne desem bilmiyorum. Çok teşekkür ederim.
+Nasip böyle bir şey. İçeriye girmeden camdaki kağıdı okusaydın belki seni alacağıma ihtimal vermeyecek ya da bu dünyada sahip olduğun bir şey olmadığı ve tecessüsün ne olduğunu bilmediğin için sende bulunmadığını düşünecek ve yüz çevirecektin.
(Dönüp cama baktı. "Tecessüs sahibi eleman aranıyor")
+ Bu arada adını buyurmaz mısın?
- E tabi... Kadir
+Sabah bekliyorum Kadir. Ha bu arada. Sabah namazı... Kaçırma!
- Elbette efendim.( Nasıl kılındığını hatırlamam lazım. Neyse Google'da yazar)
Dükkandan çıktı. Artık bambaşkaydı. Hayat yeniden başlıyordu. O da öyle. Allah; yeniden başlayanların yardımcısıydı.
Hüseyin Gülsever