“Adaletli”, “liyakatlı” , “ehliyetli”, “vasıflı”,“kalifiye”… Bunlara bir ekleme yapacak olursak o da “usta” olurdu herhalde. Günlük konuşmalarımızda sıklıkla yer edinen kavramlardan birkaçı… ‘Günlük konuşmalarımızda’ diyorum zira hemen hemen herkesin kullanageldiği bu terimler ‘yetersizliğe’ karşılık ‘yeterlilik’ arayışını; bir eleştiriyi, hatta bir ‘itirazı’ sembolize eder. Bu ‘yeterlilik’ arayışının daha ziyade kamu kurumlarında veya siyasette görünür olduğu ise malum. Ancak, yaşamın günlük akışında veya mesleki hayatımızda temasta bulunduğumuz “piyasa” ortamında yapılacak ufak bir gözlem, bu itirazın çok daha geniş bir alana yayılarak tüm iş kollarından yükseldiği görülebilir. Tüm mesleklerde hissedilen bir kriz hali bu. Bunu görünür kılan en belirgin gerçeklik ise, mesleğini icra eden insanların kahir ekseriyetinin mesleğiyle barışık olmaması durumu olsa gerek. Sadece mesleki hayatta değil elbette; kültür ve sanat alanındaki nabız da benzer atmaktadır. Bu krizin merkezine inip mutlak bir çözüm önerisi sunma gibi bir iddiamın olmadığını ifade etmem gerekir. Ancak “kalifiye”, “ehliyetli”, “vasıflı”, “usta” gibi kavramların hayatiyet kazandığı ve pratik gösterdiği bir geçmişten veya geçmiş tecrübesinde söz etmek mümkün. Dolayısıyla burada geçmiş-bugün arasında bir alaka kurarak bir soruşturma yapma niyetindeyim.
Meseleyi zihnimde bir yere oturtmak ve olası sonuçlara varmamı sağlayan bazı kavramlara ihtiyaç duydum ki, bunlardan biri ‘medeniyet’ oldu. Medeniyeti ise, insan, toplum ve çevre ile alakalı olan maddi ve manevi tüm alanları içeren bir olgu olması bakımından, ’mozaik’le tarif etmeyi tercih ediyorum. Zira mozaik demek, çeşitlilik veya çok renklilik demek. Bu çeşitliliğin bir araya gelmesinin temel gayesi ise yekunda bir tabloyu veya silüeti meydana getirmektedir. Aksi durumda bu birliktelik, karmaşadan öte bir anlam içermeyecektir.
Çok sayıda parçanın bir araya gelmesiyle vücut bulan bu bütünlük gibi, “medeniyet” de aslında benzer biçimde yani parçadan bütüne doğru teşekkül eder. Mozaiğin her bir parçasını, her bir ferdin yaptığı çalışmaya veya üretime karşılık geldiğini tahayyül etmek mümkün. Burada bir veya birden fazla parçanın eksikliği, tablonun bütünlüğünü bozacağından, her bir parçanın eksiksiz, doğru ve yerli yerine konulması elzem olmaktadır. Dolayısıyla medeniyetin teşekkülünü sağlayan parçaların da eksiksiz ve yerli yerine konulması gerekli görünmektedir. Yani daha kestirme yoldan bir sonuca gidecek olursak, tarihten bugüne kendimize ait bir ‘medeniyet’ kavramından söz edebiliyorsak, bu, tüm iş kollarında yapılanın en iyi ve doğru biçimde yapılmasıyla sağlanabilmiştir. Bu bütünlüğün içindeki her bir iş alanı -veya buna meslek alanı da demek mümkün-, bulunduğu nokta itibariyle kilit rol oynadığını ifade edebiliriz.
Tüm iş alanlarının liyakatla ve ustalıkla işleyişini dile getiren bu örnekleme, aynı zamanda bir ‘iş’in diğer bir ‘iş’ kadar önemli olduğunu gösterir. Zira tahayyül edilen bütünlüğün sağlanmasında her bir parçanın önemi fevkaladedir. Ancak buna mukabil, mesleklerin yarıştırıldığı; bazılarının çok önemsendiği bazılarının ise daha az kıymet gördüğü bir zamanı yaşıyoruz. Müslüman toplum içinde ise, fertlerin yaptığı işi “İslami” eleğinde geçirme gibi bir tavır içerisine giriyor; “irşad” çalışmalarının yanından, mesleki çalışmaları daha “az İslami” görebiliyoruz. Mesleki alandaki bu tavır kültür-sanatta da kendini gösterebilmektedir. Bu durum bütünü kuramama krizinin bir başka veçhesiyle alakalı olsa gerek.
Bugün hal bu iken, “İslam Medeniyeti” diye tarif ettiğimiz tarihi tecrübede içinde sözünü ettiğimiz bütünlük, başka bir ifadeyle kemalat nasıl yakalandı? Özellikle müzikte, mimaride, görsel sanatlarda; daha da ötede tüm zanaat alanlarında öne çıkan bu olgunluk halini nasıl açıklayabiliriz? Bunun için geleneğin izini sürmek gerekir elbette. Naçizane bir okuma yaptığımda, İslam medeniyetindeki tüm güzelliklerin arka planı oluşturan bir gücü fark ediyorum ki o da ‘tasavvuf’ geleneğidir. Bu gelenek, İslam sanat ve zanaat geleneğini meydana getiren ve sürekliliğini sağlayan temel bir kavram olarak karşıma çıkıyor.
Bu geleneğe bağlı teşekkül eden tekke ve zaviyeler ise her meslek erbabına, iş disiplini kazandırdığı, ahlaki prensipler verdiği ve varlığa yaklaşım biçimini öğütlediği bir mekan olmakta. Bu yaklaşım biçimine göre her zerrede Allah’ı görmek mümkün olduğu gibi icra edilen her iş de esasen insanı Allah’a götüren bir kanaldır. Dolayısıyla üretim alanında yer alan her şey bu çerçevede anlam ve kıymet kazanmaya başladığını görmek mümkün. Söz gelimi bir müzisyenin ürettiği müzik ile bir somuncunun ürettiği somun ekmeği arasında bir üstünlük arayışına gitmeye gerek duyulmamıştır. Veya bir kunduracı ile bir hattat farklı kanallardan mutlak güzeli ortaya koymanın çabası içerisinde bulunarak aslında aynı öneme haiz işler görmekteler. Burada yapılan işin bir amel boyutu, bir ilim boyutu bir de irfan boyutu söz konusu edilebilir. Üretimin kendisi bir amel olarak görmek mümkün iken, ilim bu üretimi en doğru ve en güzel şekilde üretmekle alakalıdır. Ve son olarak her fert, insana hizmet etmek ve güzeli ortaya koymak suretiyle Allah’a giden bir ‘yol’ olarak yaptığı ‘iş’le ehli irfan olmaktadır. Böylece yapılan ‘iş’ her ne ise, en güzel şekilde yapılması kaidesiyle yapılmaktadır. Bu temel kaideden hareketle Müslümanların, irfan geleneğiyle yani tasavvufla bir medeniyet inşa etmiş olabileceği anlaşılmaktadır. Amel, ilim ve irfan boyutlarını birlikteliğinden teşekkül eden bu bütünlüğe mukabil bugün Müslümanlar olarak amel boyutuyla yetinmeyi yeğliyor gibiyiz. “Yaptığımız her şey inancımızın bir yansımasıdır” gerçeğini ıskalamadan; bilgiyle ve irfanla inandığımız ile eylediğimiz arasındaki bütünlüğü sağlamak gibi bir sorumluluğun bizi beklediğini görmek zor olamasa gerek. Bireysel ve toplumsal ölçekte arzu edilen ruhi olgunluk ve maddi gelişmişliğin yakalanması bu sorumluluğun yerine getirilmesine bağlı olduğu ise bir gerçek.
Bu noktada, geçmiş tecrübesi, bugünü okuma ve yol alma noktasında bize ışık tutabilir. Uzun bir tarihsel tecrübeyle ortaya çıkmış olan gelenek, beslenilmesi gereken çok önemli bir kaynak olsa gerek. Gelenekten beslenmek iki şekilde yol gösterebilir; yüzyıllardır süregelen bir tecrübe barındırmasından dolayı doğru iş görmeyi ve istikamet üzere kalmayı sağlar ki bu da adalet üzere bir meslek hayatını getirecektir. Bugün özellikle kültür-sanat alanında gelenekle ilişkinin mutlak manada kurulması gerekmektedir. Buna mukabil söz gelimi hali hazırda müzik yapan bir “sanatçı”, geleneğin bugüne taşımış olduğu musikiden bihaberdir; bir “şair” şiir yazarken gelenekten beslenmesi çok uzak bir ihtimal gibi durmakta; veya bugünün şehirlerini ve yapılarını inşa ederken mimarlar veya şehirciler olarak geleneğin tecrübesinden ne derecede istifade ediyoruz diye sorduğumuzda pek iç açıcı cevaplar bulamayacağımız aşikar. Bugün meslek ve kültür alanlarında yaşadığımız çölleşmenin temel arka planında bu gerçekliği aramak lazım gelir.
Başa dönecek olursak; mesleklerde, kültürde ve sanatta; bilimum ‘iş’lerde, yeterlilik(nitelik) arayışı, öncelikle ferdi adımların atılmasıyla sonuç verebilir. Bu da şu anlama geliyor; her ne işte olunursa olunsun, ’yapılan işin ‘ustası’ olmak gibi bir sorumluluk bilinci taşımalı. Medeniyet olarak anlamlandırdığımız ‘mozaik’i yani bütünü kurma yolunda öncelikle küçük taşları doğru ve titizlikle yerleştirmeli. Başta kendimize, sonra içinde bulunduğumuz topluma ve en nihayetinde insanlığa adalet üzere bir dünya sunma gibi bir iddiaya sahip her Müslüman öncelikle bu bütünü kurmak üzere harekete geçmeli. Bunun için ise, tarihi tecrübeyi ve bugünü iyi okumalı ve üzerine eklemeler yaparak geleceğe aktarmalı.
Söz&Kalem - Müslüm Botan