İnsanlık var olduğu günden bu yana, kâinatta vuku bulan olayların hikmetleri üzerine kafa yormak, insanların en temel yetilerinden biri haline gelmiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmediği çağlarda, insanlar başlarına gelen her musibeti ya işledikleri bir kötülüğün cezası olarak nitelendirmiş ya da Tanrıların gazabı olarak görmüştür. Olumsuz seyreden işlerin daha iyi olması için adaklar adanmış, kurbanlar kesilmiştir. İnsanlığın yaşadığı her musibet, ilerleyen çağlarda daha da dikkate alınmış ve felsefi olarak irdelenmeye başlanmıştır.
Batı dünyasında özellikle Aydınlanma Çağı, teodise anlayışına karşı ağır eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiş, 100 bine yakın insanın ölümüne neden olan ve Avrupa’yı derinden sarsan Lizbon Depreminin bütün yıkıcılığı, Diderot, d’Holbach, Voltaire ve David Hume gibi düşünürlerin en sert eleştirilerini Hristiyanlığa ve kötülük problemi üzerinden “Teistik Tanrı inancına” yönlendirmiştir.
Dünya üzerinde yaşanan son süreç, dini öğretileri bir kez daha gündeme getirmiş ve yaşanılan olay anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Şüphesiz ki bu salgın, dünyanın şahit olduğu ilk salgın değildir. Bundan önce de salgınlar, afetler, savaşlar yaşanmıştır. Hatta tarih bir bakıma savaşların, açlık ve kuraklıkların, salgınların tarihidir. Kaynaklarımız sadece Kahire ve Mısır’da 11 bin insanın vebadan öldüğünü haber vermektedir[1]. Yine biliyoruz ki Aşere-i Mübeşşere’den olan Ebu Ubeyde ibnü’l Cerrah ve Muaz bin Cebel gibi sahabe efendilerimizin bazıları Hz. Ömer Döneminde vuku bulan “Tâûn-u Amvâs” salgınından etkilenerek ölmüşlerdir.[2]
Fakat bu salgını diğerlerinden farklı kılan, kısa denilebilecek bir süre içerisinde bu denli küresel bir çapta etki göstermesi olmuştur. Önceden de veba, kızamık, dizanteri ve ebola gibi salgınlar yaşandı lakin hiçbir salgın tüm dünyayı bu denli etkisi altına almadı. Mağazalar kapandı… Uçaklar uçamadı… Tavaf durdu... Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa kapandı... Dünya çapında hemen hemen tüm cami ve mescitlerde cemaatle namaza ara verildi... Misafirlikler ve iftar davetleri ertelendi…
Her gün yeni bir gezegenin keşfedildiği ve yapay zekâ tartışmalarının yapıldığı bir zaman diliminde, insanlığın, ancak mikroskopla tespit edilebilen bir virüse bu denli esir olması bir ümit kırılmasına yol açtı. Dolayısıyla insanlar bu süreci kendi zihin dünyalarında farklı yerlere konumlandırdılar. Kimisi, insanların, işledikleri günahlar sebebiyle bu felaketi çoktan hak ettiğini savunurken, kimisi de Suriyeli çocukların “Sizleri Allaha şikâyet edeceğiz” duasının kabul olduğunu iddia ettiler. Kimisi bu virüsü, Doğu Türkistanlı müslümanların kabul olmuş bedduaları olarak görürken, kimisi de helal gıdaları tüketmenin ne kadar önemli olduğunu anlamak için verilmiş bir ders olarak okudu. Ve kimisi de daha da ileriye giderek Allah adına konuşma cüretkarlığını kendisinde bularak bu sürecin bir helak/azap olduğunu iddia etti.
Tüm bu konumlandırmalar içerisinde iki bakış açısı öne çıktı.
Birinci bakış açısı eskiden bu yana var ola gelen bakış açısıdır ki, bu bakış açısına göre bu virüsün sebebi insanoğlunun işlediği günahlardır. İnsan, Allah’ın hoşuna gitmeyecek davranışlarda bulunmuş ve Allah da insana bir fırsat verip aklını başına alması için bu cezayı vermiştir. Bu bakış açısı, toplumun büyük kesiminde hâkim olan ve meseleden ibretler çıkarılmasını zorlaştıran bir bakış açısıdır.
Yeryüzünde yaşanan tüm salgınları/musibetleri ilahi bir ceza olarak görmek, Ebu Ubeyde ibnü’l Cerrah gibi seçkin bazı sahabelerin de bu cezadan nasiplendiğini kabul etmek manasına gelir ki, kendisi Aşare-i Mübeşşere’den olan bir zattır. Kaldı ki, bize Allah tarafından bu musibetin sebebini beyan eden bir tebliğ name gelmediğine göre bu konuda Allah bizi cezalandırdı tarzında cümleler kurmak, Allah adına konuşmak değil midir?
İkinci bakış açısı ise, olayları ibret nazarıyla müşahede etmek ve her musibeti bir ayet olarak okumaya dayalı bir bakış açısıdır. Tabiatta olan “âdetleri”, ayet olarak okumaya özen gösteren bu bakış açısı, bilimi ve aklı inkâr etmeden, İslam’ın muallimliğinde meseleye bir çözüm getirmeye çalışır. İnsanlığın dizlerini kırıp bir günah keçisi aramaya başladığı zaman dilimlerinde, insanlara ibret dersleri verir.
Nitekim son dönem tefsir alimlerimiz ayetleri fiilî ayetler ve kavlî ayetler ikiye ayırmış ve kâinattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden çıkarılan delillerin tamamı’na fiilî ayetler demişlerdir.[3]
Süreci kendisinden dersler çıkarılacak bir ayet olarak kabul edersek, meseleyi zihnimizde daha iyi oturtabiliriz. Kur’ân-ı Kerîm de bu hususu Bedir Gazvesi üzerinden vermekte ve müslümanlara savaşta sayıca az oldukları halde galip gelmeleri hatırlatılarak bundan ibret almaları istenmiştir.[4]
Öncelikle belirtmek gerekir ki, kainattaki her şey özü itibariyle iyidir.[5] Metafizik açıdan kötülük, iyiliğin yokluğudur ve Allah kötülüğün yaratıcısı olsa da onun isteyicisi değildir.[6] Nitekim Nisâ Suresinin 78’inci ayetinde iyilik ve kötülük olarak insanların başına gelenlerin hepsinin Allah’tan olduğu bildirilirken 79’uncu ayette, “Sana gelen iyilik Allah’tandır, başına gelen kötülük ise kendindendir” buyurulmuştur. Müfessirler, bu farklı ifadeleri kader kavramı çerçevesinde musibetlerin genel yaratma fiili açısından Allah’a; irade ve ihtiyar, esbâba tevessül, kesb ve hak ediş gibi beşerî etkenler açısından kula ait olduğu şeklinde açıklamışlardır.[7]
Süreci bir cezalandırma veya bir helak olarak görenlerin en büyük çıkmazı ise, bu olaylardan etkilenen iyi insanların durumunu açıklamak olmuştur. Nitekim bu gibi süreçlerden etkilenen tek kesim günahkâr insanlar değillerdir. Peygamber Efendimizin rahmet vesilesi olarak gördüğü süt emen bebeklerin savaşlardan etkilenmeleri hangi gerekçeye bağlanacaktır? Daha da ötesi günah işlemekten uzak olan hayvanların ve bitkilerin de bu süreçlerden etkilenmeleri akıllara bu bir zulüm değil midir?[8] sorusunu getirecektir. Oysaki Rabbimiz bize Fussilet Suresi 46’ncı ayette “Kim dine ve dünyaya yararlı bir iş yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. Senin rabbin kullarına asla haksızlık etmez.” buyurmaktadır.
Bu tür süreçleri, işlenilen günahların bir neticesi olarak görmek, tarihin her anında bir ceza olması gerektiğini mümkün görür. Çünkü her an insanlar günah işlemekte ve çizilen sınırları aşmaktadırlar. Oysaki Kur’an-ı Kerîm bize Allah’ın tüm yapılıp edilenlerden haberdar olduğunu ama günahların hemen akabinde gelen bir cezalandırılmanın olmadığını Fatır Suresi 45’inci ayette şöyle izah etmektedir: “Şayet Allah insanları yapıp ettikleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerin üstünde tek bir canlı bırakmazdı; fakat onlara belirlenmiş bir vadeye kadar mühlet veriyor. Vadeleri dolduğunda ise (herkes anlayacaktır ki) Allah kullarını hakkıyla görüp bilmektedir.”
Konunun tam da can alıcı noktasında gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki o da insanın iradesiz bir canlı olmadığıdır. İnsan irade sahibi kılınmış ve yeryüzünün halifesi yapılmıştır. Dolayısıyla dünya, sınırları çizilmiş bir halde kendisine emanet edilmiştir. Dünyada var olan kıtlığın, açlığın, savaş ve çocuk kıyımlarının, katliamların, hava değişimlerinin tek müsebbibi olarak ilahî iradenin sorumlu tutulması insanın iradesini yok saymak değil midir? Son günlerde çokça duyduğumuz Rum Suresi 41’nci ayet “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” Tam da bu sorumuza cevap vermektedir.
Dolayısıyla bir kez daha meselenin ayet olarak anlaşılıp herkesin kendisine bir ibret çıkarması gerektiğini tekrarlamaktayız. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, Hz. Nuh kıssasını bile bir azap olarak değil ayet olarak zikretmektedir. Kaldı ki bu tür süreçleri ayet olarak görmek, yan gelip yatmak manasına gelmemektedir elbette.
Bu süreci bir ayet olarak kabul eden kişi kendisiyle yüzleşecek ve dünya yaşantısını gözden geçirecektir. Ailesiyle ve çocuklarıyla olan münasebetine çeki düzen verecek, Rabbi tarafından çizilen sınırların aşılması halinde, dünyanın ne hale gelebileceğini görecektir. İslam’ın beş ana gayesinden biri olan can emniyetinin, cemaatle namazları iptal ettirecek derecede önemli olduğunu kavrayacak, evlerden uzak kalınan sürede zedelenen aile bağlarının onarıldığı takdirde evin nasıl bir cennete dönüştüğünü fark edecektir. Ellerinde bulunan onca güce ve kuvvete rağmen “gökten gelecek bir müjdeye” odaklanmış devletlerin varlığında, bir kez da ilahî iradenin kudretinin sınırsızlığını fehmedecektir.
Son olarak; bu tür süreçleri bir ayet olarak okuyan bir mü’min dünya hayatının bir imtihan olduğunun şuurunda olmalı ve tedbiri elden bırakmamalıdır. Tedbirsiz davrandığı takdirde kul hakkına gireceğini, ölümüne sebep olduğu biri üzerinden, tüm insanlığı öldürmüş gibi sayılacağını unutmamalıdır. Rabbi katında en büyük kıymetlisi olan duasına sarılmalı ve bilmelidir ki Allah’ın ona yazdığından başkası asla ona isabet etmeyecektir. O (c.c) onun Mevla’sıdır ve O (c.c) ne de güzel bir Mevla’dır…
Söz&Kalem - Serdar Ayhan
[1] Zehebî, el-İber, syf. 149; Aktaran: Dr. Abdülkadir Turan, Vebaların Tarihe Etkileri ve Korona Sonrası, 18.03.2020 Tarihli Köşe Yazısı, https://dogruhaber.com.tr/yazar/dr-abdulkadir-turan/14006-vebalarin-tarihe-etkileri-ve-korona-sonrasi, Erişim Tarihi: 25.05.2020
[2] Ahmet Önkal, “Ebû Ubeyde b. Cerrâh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 10/250
[3] Yusuf Şevki Yavuz, Abdurrahman Çetin, “Âyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV Yayınları,1991), 4/243.
[4] Âl-i İmrân 3/13.
[5] Michael Peterson vd., Akıl ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, (İstanbul: Küre Yayınları, 2009), 199.
[6] Ebru Türkman, Kelamda Günah Musibet İlişkisi, (Elazığ: Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006), 29.
[7] Taberî, IV, 176-177; Zemahşerî, II, 113-114; Kurtubî, V, 284-285.
[8] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, Haz. Sabri Himetli, (Ankara: Ümran Yayınları, 1981), 337-339.