Söz&Kalem-Yunus Çetin
(Lütfen geçen ay ki bölümü okuduktan sonra bu bölümü okuyunuz…)
Açılan kapının ardında gülümseyen bir yüzle karşılaşırlar. Öğrenci, onları selamlar. Meryem de onu içeri buyur eder. Hep birlikte yaseminin bulunduğu masaya geçerler. Meryem öğrencisinin, yasemini görünce vereceği tepkiyi merak ediyordur. Öğrencinin bakışları kısa bir süreliğine takılır çiçeğe. Ardından hocasına bakıp gülümsemeye devam eder.
Esra kalkıp çayları hazırlamaya çalışırken Meryem, öğrencisinin halini hatırını sorar. Çaylar içilir zoraki gülümsemeler eşliğinde, biraz havadan sudan konuşulur, hediye edilen çiçeğe de övgüler yapıldıktan sonra öğrenci, Meryem’e onu niçin çağırdığını sorar. Meryem suskun ve hareketsiz kalır, konuşamaz. Henüz hazır olmadığını düşünüyordur. Tabi ne kadar geçerse de geçsin hiçbir zaman hazır olmayacağını biliyordur. Bedeni sessiz ve suskun ama gözleri için aynı şey söylenemezdi. Bir öğrencisine, bir Esra’ya bir de çiçeğe bakıp duruyordur. Sonra bir şey fark eder. Öğrencisinin gözleri de kendi gözleri gibi durmak bilmiyordur. Onun da endişeli olduğu, bir şeyler gizlediği bellidir. Meryem daha fazla susmanın anlamsız olduğunu düşünüp ilk sorusunu yöneltir:
“Siz nereliydiniz Uğur? Daha önce söylemiş miydin, hatırlayamadım.”
“Aslen Selanik göçmeniyiz hocam.”
“Hmm… Annen de mi Selanik göçmeniydi yoksa?”
“Evet hocam. Neden sordunuz?”
Meryem nasıl ilerleyeceğini bilmiyordur. Yüreği o kadar sert çarpıyordu ki bir yandan bu durumu belli etmemeye çalışıp öte yandan mantıklı düşünmesi gerekiyordu. Vücudunun her yeri çoktan terlemiştir. İstese de bulunduğu hali artık öğrencisinden saklaması mümkün görünmüyordur. Esra’da da durum farksızdı. Hatta o daha en başında titreyen ellerle çayları getirirken durumunu belli ettirmişti. Üstelik aniden atlayıp şu soruyu sorması da Uğur’un şüphelerini daha çok büyüteceği kesindi:
“Yani herhangi bir şekilde kökeninizde bir Arap bağı yok öyle mi?”
Uğur soruyu duyunca biraz duraklar.
Uğur: “Hayır yok.”
Meryem Uğur’a belli etmemeye çalışarak kaşları çatık bir şekilde Esra’ya bakar. Esra ne yaptım ki dercesine elini hafifçe hareket ettirir. Uğur da iyice tedirginleşmiş görünüyordur. Yüzünü ter basmış, dudakları kurumuştur. Yutkunup şu soruyu sorar.
“Hocam neden böyle sorular soruyorsunuz?”
Meryem işlerin sarpa sardığını düşünüp konuyu direkt açmaya karar verir.
“Uğur… Bu toprakta insan DNA’sı buldum!”
Uğur herhangi bir tepki vermeden bakakalır. Meryem ise başladığı işi bitirmek istiyordur:
“Bir kadına ait. Arap bir kadına ait. İşimde uzmanım ve bu konuda yüzde yüz eminim. Bu toprak kanla dolu. O yüzden anneni sordum. Bana, annem vefat etti, demiştin.”
Uğur: “Annem mi?”
Uğur birden anlaşılmaz bir kahkaha atmaya başlar. Meryem de Esra da şaşkın ve korku dolu gözlerle ne olduğunu kavramaya çalışırlar. Tabi bir anlam veremezler. Uğur durmadan gülüyordur. Evin duvarları Uğur’un kahkahasıyla yankılanıyordu.
Meryem’deki korku öfkeye dönüverir. Uğur’u uyarmaya yeltenir ki Esra ondan önce davranır. Ne yaptığının farkında olmadan Uğur’a hakaretler savurup şiddetli bir tokat patlatır. Uğur neye uğradığını anlamadan, bir anda bütün bedeniyle yerde bulur kendini.
Meryem yerinden fırlayıp Esra’yı sakinleştirmeye çabalıyorken Uğur’un sesi soluğu kesilir. Ama bir süre sonra acıklı bir gülümsemeyle konuşmaya başlar:
“Hocam siz, annemi öldürdüğümü mü düşündünüz? Nasıl böyle düşünebildiniz? Hocam benim annem kanserden vefat etti. Ben anneme nasıl kıyarım?”
Meryem bunu duyunca biraz suçluluk hisseder. Öfkesi yerini şefkate bırakır. Ama hala zihnindeki şüpheleri giderememiştir. O toprakta kan olduğundan emindir. Yine de yaptığının yanlış olduğuna karar verir.
Meryem: “Bak oğlum çok özür diliyorum böyle üstüne geldiğimiz için. Kusurumuza bakma ne olur. Elbette annene kıymazsın. Ama sen de bizi anla lütfen. O toprakta insan kanı olduğu gerçeği var ortada. Gidip polise de şikâyet edebilirdim seni. Ama bir şüphe yüzünden hayatını etkilemek istemedim. O zaman şunu sadece şu soruma cevap ver olur mu? O topraktaki kandan haberin var mıydı? Neden kan var orada Uğur?”
Uğur gözyaşları içinde yanıtlar:
“Hocam ben annemi öldürmedim. Annemi öldürmedim. Annemi kanser öldürdü ve kökenimizin Araplarla hiçbir ilgisi yok! Yemin ederim!”
Esra kendine gelirken bu sefer Uğur iyice kötüleşmişti. Meryem onu da sakinleştirme ihtiyacı hisseder. Şefkatle kollarından tutup düştüğü yerden kaldırır ve sandalyeye oturtur.
Meryem: “Tamam tüm konuştuklarımızı unutalım. Sakinleştirici bir kahve içelim ve bu olanları yaşamadık varsayalım. Olur mu? Hadi Esra bir kahve yap da içelim hep beraber.”
Esra istemsiz de olsa cezveyi almak için çekmeceye yönelir. Meryem ortamı yumuşatmaya çabalarken o esnada Uğur yere odaklanmış, dalgın halde bir şeyler söylemeye başlar:
“Çocukluğumdan beri bitkilere merakım vardı. Onları sulamayı seviyordum. Çiçek açıp büyüdüklerini görmek en büyük hobimdi.”
Esra kahveyi ocağa koymuş altını yakıp pişirecekti ki Uğur’un konuşmasını anlayabilmek için bundan vaz geçer. Meryem de oturduğu sandalyede Uğur’a dikkat kesilir. Uğur ise aynı dalgın bakışlarla sözüne devam eder:
“Göreve çıktık. Eve baskın yapmamız gerekiyordu. Bize, hareket eden her şeyi vurun diye emrettiler. Evde birileri yaşıyordu. Hepsini vurduk. Cansız bedenlerini incelerken bahçede öldürdüğümüz kadını fark ettim. Koyu kırmızı kanı toprağa akmıştı. O haline bakarken bir şey fark ettim. Kanlı toprağın ortasında bir çiçek vardı. Sonra aklımda şu düşünce belirdi: ‘Suyla beslenen bitkiler kanla beslenirse ne olur?’. Diz çöktüm. Toprağı avuçlayarak aldım ve bitkiyi köküyle söktüm. Bulunduğumuz bölgede bitkiyi besledim. Sonrasında ülkeye dönünce de bir şekilde buraya getirmeyi başardım. Aradan aylar geçti. Çiçek çok güzel büyüyordu. O büyüdükçe içimde bir şey daha büyümüştü. Korku… Bitkiye bakamıyordum artık. Her baktığımda onu görüyordum. Rüyalarım kâbuslarla zehirlenmişti. Kanın sahibi saksıdan bana bakıyordu, bana fısıldıyordu. Özür diliyordum. Yine de beni rahat bırakmıyordu. Her gece… Her gece… Birilerine anlatmak istiyordum. Bu kâbustan kurtulmak istiyordum. Anlatırsam kurtulurdum belki.”
Dalgın gözlerini Meryem hanımın acı dolu yüzüne yöneltti Uğur.
“Hocam o kadın size benziyordu. Giyinişiyle, ten rengiyle… Size getirdim onu. Beni özgür bırakması için. İhtimal veriyordum ama anlayacağınızı düşünmüyordum açıkçası. Siz gerçekten işinizde uzmansınız. Yalvarırım bana yardım edin. Zaten siz de onları savunuyorsunuz. Fikirleriniz aynı. Sizi dinler. Bütün günahlarımı orta yere seriyorum. Yeter ki beni özgürlüğüme kavuşturun. Bunun için buradayım. Suçumu itiraf ediyorum. Kanunlar beni suçlu bulmuyor hocam. Hocam ben sadece ülkeme hizmet ettim çünkü. Gerçi ülkem olarak görüyor muyum ben de bilmiyorum. Neticede pasaportun varsa orası da ülken oluyor. Ne güzel değil mi? İki ülkem var.”
Meryem Hanım artık öfkeyle doludur. Nefesleri sıklaşmış yüzü kızarmıştır. Esra da aynı duygular içerisindedir ancak bu kez sakinleştirme sırası ondadır. Meryem Hanıma destek olmak için yanına gider ve sırtını sıvazlar.
Uğur son cümlelerini söyler:
“Ve eğer küçük Gazzeli bir aile benim ülkemi tehdit ediyorsa o aileyi durdurmak zorundayım, bu benim görevim.”
Meryem Hanım öfkeyle çığlık atarak Uğur’a saldırır. Tokatlar, yumruklar, hakaretler savurur. Esra bir yandan Meryem hanımı çekmeye çalışırken diğer yandan Uğur’un evden gitmesini ister. Uğur Meryem Hanımın ellerinden zar zor kurtulduktan sonra gözyaşları içerisinde kapıdan çıkar. Meryem Hanım dayanamaz ve Esra’yla sarılarak ağlaşırlar. Ta ki mecalleri kalmayana dek.
***
Yasemin hâlâ pencere kenarında duruyor. Solmuyor. Ama artık sadece bir bitki değil. Hafızayla dolu bir sembol. Meryem Hanım artık ona sıradan bir çiçek olarak bakmıyordu. Sesleniyor, onunla dertleşiyor koyu muhabbetlere dalıyordu. Ayrıca Yasemin Hanım diye hitap ediyordu çiçeğe. Çünkü toprağında silinmeyen bir hafızanın yaşadığını biliyordu. Yasemin Hanıma her baktığında şöyle düşünüyordu:
“Bazı suçlar ceza almasa da bu onları suç olmaktan çıkarmaz. Ve illa ki bir yerlerde çürümeyen hafızalarda korunur ve asla kaybolmaz. Bekler. Hesap gününü bekler. O gün ortaya çıkmayı bekler.”