Söz&Kalem-Ferhat Aydın
‘’Nerede durduğunu bilmeyen, ne gördüğünü belirleyemez.’’
İslam alemi olarak günümüz dünyasında söz sahibi değiliz. Müslümanlar, İslam topraklarında yaşasa da, durdukları yer İslam’ın toprakları değildir. Bir takım güç odakları tarafından olayların iç yüzü ve sonrası titizlikle planlanırken, İslam aleminin yaptığı tek şey üzerine düşen rolü oynamak ve sahne dışında olayları izlemekten ibarettir. Halbuki bin yıldan fazla tarihin senaryosu İslam alemi tarafından yazılmıştı. İnsanlığı tetikleyen, ilerleten, durağanlaşmasını engelleyerek dünyanın evrimleşmesine sebep olan büyük tarihi olaylar asırlar boyu hep İslam’ın etkisiyle gerçekleşmiştir. Şimdi ise ne yazık ki ayrışmalarımıza şahitlik etmekteyiz.
Yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizini henüz anlamlandıramadık. Çünkü nerede durduğumuzu, kim olduğumuzu ve başımıza ne geldiğini tam olarak kavrayamıyoruz. İlk yazıda bahsedilen 400 yıllık sığ ve yüzeysel Müslüman yaşantı ve düşünce tecrübesinin İslam alemine kattığı tek şey “Fanatikleşme” tavrıdır. Günümüzde en sekülerinden en Müslüman kesimine kadar sivrilmiş, keskin tavra bürünmüş bir İnsan modeli türedi İslam aleminde. “Orta Yol, Vasat olma” ilkesi buharlaşmış vaziyette. Dolayısıyla fanatik “Müslüman” tavrı krizi aşma noktasında bir Müslüman bilinci oluşturmazken fanatik “Seküler” tavrı da Batılı emellere alet olmaktadır.
İlk krizde neredeyse her şeyini kaybeden Müslümanlar kendilerine olan güvenleri ve imanları konusunda bir şüpheye düşmemiştir. İkinci krizde ise Müslümanlar tarihte ilk kez kendilerine olan güvenleri ve imanları konusunda büyük bir şüpheye düşmüş ve bunları da günden güne kaybetmektedir. “Amerika ve Rusya gibi devletleri kim yenebilir? Bu dünya artık bu şekilde gider.” gibi söylemler güncel Müslüman tavrının en basit örneklerinden. Bunların dışında ise bir toplumun çökmesine sebep olan aşırı aşağılık kompleksi içinde varlığımızı kaybetmekteyiz.
Müslümanların ne olduğu ve ne olmadığına ilişkin sunulacak örneklerin, kimliğimizi tanımlamada yeterli bir temel oluşturacak kabulü ile durduğumuz yerin daha belirgin hâle geleceğini bilelim. Ancak bu netlik sayesinde bazı hakikatlerin farkına varılabileceğini kendimize hatırlatalım. Bu noktadan sonra Batı’nın mevcut durumuna odaklanmak, onu öncelikle tanımlayıp ardından derinlemesine tanımak gerekiyor. Zira içinde bulunduğumuz krizi aşmak, ancak bu doğrultuda geliştirilecek sağlam bir modelle mümkün olabilir.
Uygarlık, Sivilizasyon, Medeniyet
Türkçede aynı anlamda kullanılan bu kavramlar arasında aslında ciddi farklar vardır. Cumhuriyet dönemi “aydınları” tarafından sıkça karıştırılan bu kelimeler, düşünsel tahribatın örneklerinden biridir. Medeniyet, tarih boyunca iki boyutlu (ilahi ve beşerî) bir yaşam biçimini ifade ederken; uygarlık ya da sivilizasyon, modern dönemin seküler ve tek boyutlu sosyal sistemini temsil eder.
Medeniyet “Medine” kökünden gelir. Medine ise bir başka Sami dil türü olan İbranice ve hatta Aramiceye kadar uzanır. Anlamı ise “Adaletin, yargının bulunduğu yer/şehir.” O dönemlerde hüküm, yargı gibi en temel adalet unsurları doğrudan “Yaratıcı” ile ilişkili idi. Yani Medine-Medina-Mdīnā gibi farklı kullanımlar ile evrimleşen bu kavram “Yaratıcı/Tanrı” ile anlam verilip içi doldurulmuş bir kavramdır. Buradan hareketle medeniyet kavramının temelinin Yaratıcıya dayandığını söyleyebiliriz. Örneğin, Hz. Peygamberin (sav) Yesrib ismini özellikle neden “Medine” ile değiştirdiğini bu şekilde de anlamlandırabiliriz.
Buna karşılık uygarlık ya da sivilizasyon, modernite ile ortaya çıkmış, sadece insan merkezli bir sistemi ifade eder. Tanrıyı dışlayan bu yapı, sadece bu dünya üzerine kurulu bir yaşam biçimi önerir. Dolayısıyla Batı bir medeniyet değil, bir uygarlık örneğidir.
Modernite ve Getirdiği Dönüşüm
“Modern” kavramı, ilk olarak 15. yy’da Avrupa’da kullanılmaya başlanmış Latince bir kelimedir. Tam manası ise “Yeni, güncel, çağdaş” demektir. “Modernleşme” modern olma yolundaki süreci ve seviyeyi anlatmak için kullanılır. “Modernite” ise tam olarak modern olan her şeyi içeren ve bunların arka planını oluşturan felsefi sistemdir. Bu sistem tüm insanlığa yeniliği getireceği iddiası ile Batılı düşünürleri tarafından inşa edilmiş ideolojik, siyasi ve sosyal bir yapıdır.
Modernite Sekülarizm ile ilan edilmiş ve özü belirlenmiş, Materyalizm ile şekillenmiş ve gelişmiş, Kapitalizm ile de kuruluşunu tamamlayarak küresel güç seviyesine ulaşmıştır.
Modernite = Batı uygarlığı
Bu yapı, İslam Medeniyetini ciddi şekilde sarsmıştır. Batı, sadece İslam’ı değil; Çin, Hint, Aztek gibi diğer iki boyutlu medeniyetleri de etkisiz hale getirmiştir. Batı uygarlığının hakimiyet için eksen aldığı şey şiddettir, yani özü şiddettir. Bu yüzden hakimiyet için şiddet yolları geliştirir. Savaşlar üzerinden varlığını sürdürür, siyasi karışıklıklar ile kontrol ve kolonize mekanizmaları üretir, barışı sağlama bahanesiyle (bilime dayanarak) tek bir tuşla kitleleri imha edecek silahları geliştirir.
İslam Medeniyetinin eksen aldığı şey ise “Hakikattir”, yani özü hikmettir. Hakikate ulaşmak için yollar geliştirilir. İnsan-ı Kâmil modeli ile şahsiyet temelli kimlik inşası ve bunun için farklı terbiye ve ibadet yolları geliştiren, bir hal ilmi olan Tasavvuf buna örnektir.
İslam, insanlık tarihini peygamberler üzerinden anlatır. Geçmişte büyük İslam alimleri (Örn. Şehristani, Şehrezûrî) tarihi bu şekilde yazmışlardır. Müslümanların birincil kaynağı Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin ve geldikleri toplumların anlatıldığı kıssalarda ve Kureyş halkının Peygamber (sav) zamanında ki itikadi durumunda gözlemlediğimiz üzere insanın çok tipik ve tekrar eden bir özelliği mevcuttur.
Gelen her peygamberin risaletinden sonra insanlar peygamberlerin emanet bıraktığı vahiy ve sünneti çok süre geçmeden tahrif etmiş ve terk ederek kendi uydurdukları, yonttukları putlara, düşüncelere ve duygusal tecrübelere tapmışlardır. Kısacası vahiy ve peygamber uygulaması terk edildiğinde insan kendi eserini üretmiş, ona tapmış yani eserinin esiri olmuştur. Bugünün dünyasında da benzer bir durum yaşanıyor. Hakikatin yerini sahte değerler aldı. İnsan, fıtratı gereği hakikati arar; bulamayınca sahtelerine yönelir. Böylece eserine tapan, onu kutsayan bir varlık haline gelir.
Özgürlükten Esarete
Modern çağ, özgürlük arzusuyla Kiliseye karşı bir başkaldırı olarak doğdu. Ancak bu başkaldırı, insanı ürettiği teknolojiye bağımlı hale getirdi. Bilimin sunduğu araçlar güç istencine dönüştü; bu istenç, Batı insanını gütmeye başladı. Sonunda Batı, kendi ürettiğine mahkûm oldu. Yani insan, yine kendi eserinin esiri oldu.
Max Weber’in ifadesiyle: İnsanlık, demir kafese hapsedildi.
Postmodern çağda bu esaret biçim değiştirdi. Şiddet yerini haz ve ayartı teknolojilerine bıraktı. İnsan artık zincirleriyle savaşan bir köle değil, zincirlerini aksesuar gibi taşıyan bir tüketiciye dönüştü. Dijital verilerle yönlendirilen, algoritmalarla tercihi belirlenen birey özgürlük yanılsaması içinde kayboldu. Zihinsel bir kolonileşme süreci yaşandı.
Bugün bedenler değil, zihinler işgal altında. Zincirler artık demirden değil, piksellerdendir. Batı'nın özgürlük düşü, kendi gölgesine tutsak olmuş bir uygarlık hikâyesine dönüşmüştür.
Batı’nın tüm insanlığı getirdiği durumun yalnızca küçük bir fragmanıdır bu. Gelecek yazılarda İslam için nasıl yeni bir formül geliştirip Batı’nın getirdiği bu durumdan tüm insanlığı çıkarabiliriz sorusuna yönelik cevaplar aranacaktır.