Yıllar evvel bir üstad ile sohbetimizde, “Ne iş yaparsanız yapın, hangi eğitim ve formasyondan geçerseniz geçin, sizin asıl mesleğiniz bulunduğunuz yerde inanç ve fikirlerinizi temsil ve tebliğ etmektir.” demişti.
Meslek, etimolojik kökeni itibariyle Arapça bir kelimedir. “s-l-k” kökünden gelmektedir. Yol, rota, hayatta tutulan istikamet anlamlarını ihtiva etmektedir. Ahlaki tekamül ile Cenab-ı Hakk’a giden manevi yolculuğa da İslam irfan geleneğinde seyr-i süluk denmiştir. Hikmeti idrak edildiğinde, kişiyi günah ağırlıklarından kurtarıp, ahlakını temizleyerek Allah’a yaklaşmasını sağlayan her meslek ve çalışma, insanı Cenab-ı Hakk’a ulaştıran latif birer yoldur.
Peygamberler ve büyük velilerin yol ve meslek itibariyle diğer insanlardan farkı şu şekilde izah edilebilir. İnsan mesleği ile hakikate doğru adım atar. Maddi varlıklarını ölümsüzlük karşısında araçsallaştırır. Peygamber ve velilerin ise mesleği odur. Bizler maddeden manaya yürüme çabasında iken onlar masivanın eteklerinden bize hayat veren çiçekler toplamayı meslek edinmişlerdir. Bizler ebedi kurtuluş için kendi miracımızı bulmaya çalışırken, onlar bizim için kendi miraçlarından geri döner ve bileklerimizin prangalarını sökerek kurtuluşun seslerini işitmemizi sağlarlar.
Yaşamı bir yolculuk telakki ederek peygamber ve büyük veliler ile aynı yolda yürümek, ayak izlerinin yön ve güzergahını görmemizi sağlar. Aynı zamanda o kadim ayak izlerini takip ederek, bizden önce o yolu izleyenlerin varacağı maksada ulaşmamız mümkündür. Filhakika onların karşılaştıkları sıkıntı, eziyet ve ödemek zorunda kaldıkları bedeller ile mu be mu karşılaşmamız da mutad olarak kaçınılmazdır.
Davet kavramı, bir temsil ve tebliğ metodolojisi olarak çağdaş Müslüman düşüncenin anahtar kavramlarındandır. Bu meselenin İslam düşüncesindeki yeri, önemi ve nasıl olması gerektiği üzerine çok sayıda kitap ve makale de bu süreç içinde, yol haritası olsun diye kaleme alınmıştır.
Modern çağda ortaya çıkan önemli fikir adamları İslam dünyasının farklı coğrafyalarında yaşasalar da ortak söylemlerinde Müslüman toplumların kendi köklerinin ve aidiyetlerinin farkına vararak yeni bir gelecek perspektifi ortaya koymaları gerektiğini, İslam’ın man’i terakki değil, zamin-i terakki olduğunu, Müslümanca bir bilince ve Müslümanca düşünmeye olan ihtiyacımızı her fırsatta dile getirdiler.
Emperyalist kuşatmalar karşısında bölük pörçük ve savunmasız kalmış, maddi ve manevi olarak zayıflamış, zihnen dağınıklaşmış Müslümanların ortak müştereklerde bir araya gelmeleri üzerinde önemle durdular ve Müslüman cemaati değişen dünyaya karşı ezberden konuşmadan, batı dünyası üzerine yaptıkları araştırma ve gözlemler ile aydınlatmaya gayret gösterdiler.
Tarihin çeşitli dönemeçlerinde Müslümanlar siyaset, fikir ve medeniyet krizleri yaşadılar. Taarruza maruz kaldıkları alanlarda bölgesel müdafalar ile cephede yer alan Müslümanlar, bu lokal krizleri aşmanın yol ve usullerini bir şekilde buldular.
Modern dünyada ise bu hesaplaşma daha geniş bir zeminde sürdürülmeye, topyekün bir kavgaya dönüştü. Bu sürecin tabii bir neticesi olarak; meselenin boyutu ulemayı aşarak, lokalden genele toplumun her bir bireyine tesir etmeye ve herkesi ilgilendiren bir büyük probleme dönüştü.
Yıkıcı ve kuşatıcı bir hal alan bu kriz, artık sadece siyasal ve entelektüel bir problem olmaktan çıkmıştı. Hayatı ve insanlığı ilgilendiren her meselede tartışma, anlaşmazlık ve çatışma iki dünya arasında kaçınılmaz hale geldi. Öyle ki bir takım Müslüman düşünürler, Müslüman cemaatin İslam tarihinin en kötü günlerini yaşadığına dair çıkarımlarda bulundular. Belki de tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar bu kadar yoğun bir ateş altında kalmamıştı. Çok yönlü kuşatılmamıştı.
Akabinde Müslüman toplumlar içinde doğup büyüyen; eğitim, kültür ve tarz-ı hayatını Batı’nın tedrisatından alan, kendi toplumlarını küçümseyen ve aşağılayan, Batı kültür ve medeniyetine karşı derin komplekslere sahip bir aydın sınıfı türedi. Nevzuhur bir truva atı gibi Müslüman toplumların damarlarında uzun bir müddet dolaştı. İçimizde dolaşan, fakat bizden olmayan. Sureta bizden görünen fakat en azılı düşmanlar hesabına çalışan, Cemil Meriç’in düşünce sefaleti içinde gördüğü aydın sınıfından söz ediyoruz…
İnancına, kültür, dil ve tarihine yabancılaşan, şahsiyetini ve insani özelliklerini kaybeden mukallit bir sınıf. Öyle ki merhum Ali Şeriati’nin “Aydın” kitabında dile getirdiği aydın tipolojisiydi. 17. Yüzyılda Avrupa’da aydın sınıfı kilisenin ve aristokrasinin ezici despotizmine karşı tepkisel olarak ortaya çıkmış idi. 19. Yüzyılda etkileri İslam ülkelerinde de gözle görülür hale gelmeye başladı. Fakat İslam dünyasında Avrupa’nın aydın sınıfının doğuşuna neden olan tarihsel ve sosyal hadiseler oluşmamıştı.
Merhum Ali Şeriati, bu eserinde İslam toplumlarında kopya aydınların etkisinin dinle mücadele olarak belirginlik kazandığını belirtiyor. Bu etkinin iz düşümlerine bugün dahi rastlamak mümkündür. Avrupa’da kilise karşıtlığı, İslam toplumlarında dini değer ve sembollere karşı kopyalanmış bir düşmanlık şeklini almıştır. Zira bu mutaassıp vecihten bakılınca anlaşılmayan nokta; bir toplumda faydalı ve mantıklı olan bir tavır ve hareketin, başka bir toplumda zararlı ve mantıksız olabilme gerçeğidir. Nitekim Avrupa’yı ilerleten özellikler, merhum Şeriati’ye göre İslam ülkelerini felakete sürüklemiştir. İslam ülkeleri kapitalizmin, emperyalizmin ve tüketim kültürünün saldırısına uğramış ve fikri yaşamı bu nedenlerden mütevellit iflas etme noktasına gelmiştir.
Rasim Özdenören’in “Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı” adlı kitabında bahsettiği gibi;
“Bugün çoğu Müslüman kendi tarihini, hatta dinini bile Batı’nın tuttuğu aynadan seyrediyor. Batı’nın tuttuğu aynanın her şeyi ‘nesnel’ olarak yansıtacağı hususundaki kör inanç, Müslümanları bu aynaya bakıp da kendini ‘barbar’ olarak gören, böylece Müslüman olduğundan utanç duyan insanlar haline getirmiştir.
Gene aynı aynadan kendini seyredip de ne kadar zavallı, ne kadar çaresiz oldukları vehmine kapılan Müslümanların haddi hesabı yoktur. Çünkü bu aynadan yansıtılan görüntü, Müslümanları Batı’nın uşakları, köleleri, tutsakları olarak göstermektedir. Her Müslüman birey ya da ülke, kendini, boynuna iki Batı’dan birinin attığı kementle bağlanmış, onun sürüklediği istikamete doğru gitmek zorunda bulunan bir pranga mahkumu olarak görmekte ve durumunu bu ‘nesnel’ görüntüye göre böylece kabullenmektedir.”
Müslüman mütefekkirler bu hal-i pür melal içinde çoğu zaman İslam’ın ne olduğundan ziyade, ne olmadığını ifade etmek durumunda kaldılar. Batı’yı iyi tanıyan, kendi toplumsal sorumluluk ve vazifelerinin farkında olan bu kıymetli şahsiyetler, dış dünyada İslam’ı doğru temsil etmenin önem ve sorumluluğunu anlattılar. Kavramların temsilsiz anlaşılamayacağının farkında idiler. Müslüman toplumların davet ile bilinçlendirilmesine ömür sarf ettiler.
İslam toplumu içinde de gelenek ve gelecek arasında köprü kurarak Müslüman cemaatin; toplumsal, kültürel ve siyasal olarak yeniden yapılanmasına ve dini hayatın yeniden ihyasına çalıştılar.
Çağdaş İslami düşüncenin tesisi bu gayret ve çabaların sarih bir neticesi oldu. İslam dünyasının birçok yerinde Müslüman toplumlar; doğu ve batı arasında kendi efendilerini seçme özgürlüğünü bir kenara atarak İslam’ı bir umut ve istikbal arayışı olarak gördüler.
İslam’ın geleceği artık ne sadece ulemanın, ne sadece aydın sınıfın değil, siyasetçi ve devlet adamlarının ilgilendiği bir mesele olmaktan çıktı ve sokaktaki Müslüman’ın da ilgilendiği bir konu haline geldi. Konya’da, Bursa’da, Rize ve Mardin’de yaşayan bir Müslüman; Moro, Bosna, Afganistan ve Filistin için kaygılanıyor; onlar ile üzülüyor ve onlar ile seviniyordu.
MODERN ÇAĞDA DAVETİN ÖNEMİ
Batı dünyası geçmiş zaman içinde sahip olduğu söylem üstünlüğünü dünya halklarına kendisinin “üstün insan” olduğu zokasını yutturmak suretiyle kazanmış idi.
Fakat gittiği her yere iç savaş, yoksulluk, ölüm, yıkım, tecavüz ve ekonomik sömürü götüren Batı, insanlığın yaşanabilir dünya idealinden çok uzak, insanlık suçlarıyla dolu bir distopya meydana getirmiştir. Felsefi anlamda eşyayı kutsayan, insanı kullanan zihniyet kodları ile son 150 yıl içindeki serencamı aşikârdır.
ABD’nin 1945 yılında Japonya’da kullandığı atom bombası nedeniyle Hiroşima’da 140 bin, Nagasaki’de 80 bin kişinin ölümüne neden olması, ABD’nin Vietnam’da 1963-1973 yılları arasında 1 buçuk milyon Vietnamlının ölümüne neden olması, Fransa’nın Cezayir bağımsızlık savaşında 1 milyon kişi, 1945 yılında Cezayir’e yönelik Sétif ve Guelma katliamında 45 bin kişi, yine Fransa’nın etkisiyle 1994 yılında Ruanda iç savaşında 800 bin kişinin ölümüne neden olması, bugün hali hazırda İslam dünyasındaki işgal ve yıkımlar Batı’nın maskesini yırtmıyor ve hala Mehmed Akif’in tabiriyle bizlere afet gibi görünüyor ise, anlamlı bir yaşamı Batı dünyasından umuyor isek; başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmeliyiz.
Merhum Seyyid Kutup’un “İslam Kapitalizm Çatışması” kitabında dile getirdiği gibi bugün dünyada bulunan mevcut sistem, derebeylikler dönemini aratmayan, tamamen meşruiyetini kaba kuvvetten alan bir dünya düzeni kurmuştur. Hatta Seyyid Kutup daha da ileri giderek kölelerin parlamento çağında derebeylikler döneminin ihsanlarından dahi mahrum kaldığını dile getirmektedir.
Merhum Seyyid Kutup’un “İslam Cemiyetine Doğru” adlı kitabında dinleri ve fikirleri fark etmeksizin yeryüzündeki tüm insanların bugün İslam’ın hayat veren düsturlarına en az Müslümanlar kadar ihtiyacı olduğunu dile getirmektedir.
Çünkü bugün insanlık büyük bir ruhi bunalım içinde kaybolmuş, tatminsiz bir yaşam tarzının, doyumsuz hazların, kararsız kalplerin, amaçsız fikirlerin avuçlarında ölüm ile pençeleşmektedir. Hayatına hedef tayin edemeyen, boşluk hissi içinde zaman öldüren, kitlelerin teknolojik aygıtları birer afyon olarak kullandığı, değil aile ve topluma kendi varlığına dahi tahammülü olmayan ve bu nedenle kendisinden uzaklaşmak için her şeyi düşüncesizce kullanan genç bireyler, toplumun arka mahallelerini işgal etmektedir.
Merhum Roger Garaudy, “İslam ve İnsanlığın Geleceği” adlı eserinde, Müslümanların gelecek ufkunu açan önemli bir yaklaşımda bulunmuştur;
“İslam bugün doruğa ulaştığı dönemlerdekinden çok daha büyük yayılma imkan ve ufkuna sahiptir. Çünkü, Amerikan modeli ile Rus modelinin çifte ve kesin iflası karşısında, bu başarısızlıktan ötürü, hayatta kalması tehlikeye girmiş bir dünyaya İslam yeniden umut verebilir.
Kendisini çare bulunmaz bir çöküşe mahkûm eden, kısırlaştırıcı bütün “ictihat” redlerinin ötesine taşıp, bir zamanlarki ihtişamını sağlamış olan hayat verici prensiplere tekrar kavuşmasını bilirse, İslam bunu başarabilir.
Yeni gözlerle okunan Kur’an, o zaman bütün gerçek azametiyle son vahiy olarak kendisini gösterir. Son vahyin bu azameti bunu kendi dilleriyle almış olanların “kendini yeter görme” ve “muhteşem yalnızlıklarını parlak bir üslupla ifade etmelerinden kaynaklanmıyor. Aksine bütün önceki bilgeliklerin ve vahiylerin bu son vahye yönelmiş olmasından ileri geliyor.
Bu son vahiyde Allah’ın yüceliğini haber veren bütün mesajlar özetlenmiştir. Evet, bu son vahiyde, tabiatın bütün determinizmlerine karşılık, insanın ilâhî boyutunu ve insanların bütün düşüncelerine, bütün aşklarına, bütün tasarılarına ve bütün eylemlerine karşılık da Allah’ın yüceliğini ilan eden bütün mesajlar özetlenmiştir.”
Bir takım karamsar zihinler, her şeyin gün geçtikçe daha kötüye gittiğini düşünebilir. Bardağın boş tarafına bakmaktan keyif alabilir. Fakat Müslümanlar gelecek için ümit var olmalı, her zaman Cenab-ı Hakk’a güçlü bir şekilde tevekkül etmeli ve daha iyi bir geleceğin temellerini atmak için çalışmalıdır.
Söz&Kalem Dergisi / Orhan Özsoy