Söz&Kalem-Ali Turhan
El Cezire muhabiri Enes el Şerif, siyonist şebekenin 2 yıldır ablukaya aldığı Gazze Şeridinde çocukların açlıktan yürüyemez hale geldiğini, halsizlikten artık ağlayamadığını ve göz göre göre can verdiğini anlatmak için kamera karşısına geçmişti.
Anlattıkları, insanlığın kaldırmakta zorlandığı bir hakikatti. Canlı yayında, yanında duran bir kadın açlığın etkisiyle yere yığıldığında, Enes kendini tutamamıştı. Yüzünü elleriyle kapatmış, gözyaşlarının görülmesini engellemeye çalışmıştı. Çünkü eğer ağlarsa, eğer mikrofonu bırakırsa, eğer kameranın önünden çekilirse, yaşananların sesi daha da kısılacaktı.
İşte tam o anda duyuldu o cümle; “Devam et Enes, durma! Sen bizim sesimizsin.” O söz, sadece bir cümle değil; bir halkın yüreğinden kopup gelen feryadıydı. Bütün Gazze, aslında o sözde hayat bulmuştu. O söz Gazze'de yaşananların özeti gibiydi. Gazze'nin yaşaması için Enes'lerin susmaması gerekiyordu. O yayından kısa bir süre sonra Enes Şerif şunları söylüyordu; “Gerçekten, yaşananların dehşeti karşısında kendimi tutamadım. Ama bir anda, açlıktan kıvranan birinin sesi yanımda yankılandı: ‘Devam et Enes, durma, sen bizim sesimizsin.’ Vallahi, bütün derdim bu… Gazze’de kuşatma altında, açlığa mahkûm edilmiş ve hayal kırıklığına uğratılmış insanların sesini dünyaya duyurmak istiyorum.” Ve yapıyordu da.
Günbegün, gece gündüz demeden. Bende bu durumun şahidiyim. Yaptığım bir çalışma için şehadetinden önce kendisi ile röportaj yapmak istediğimde, aracılar çok yoğun bir şekilde çalıştığını ve zamanının olmadığını söylemişti. Enes Şerif, dünyaya Gazze’de yaşananları daima aktaran hakikatin savaşçılarının en öne çıkan isimlerinden biriydi. Bombalarla öldürülen çocukları, hedef alınarak katledilen sivilleri, aç ve susuz bırakılan aileleri, yok edilen hastaneleri, işgalci rejimin vahşice işlediği suçları belgeliyordu.
Enes, henüz 28 yaşında, iki küçük çocuk babasıydı. İşinin ağırlığından dolayı evlatlarını neredeyse hiç görememişti. Ama çocuklarını görememek bile onu vazgeçiremedi. Çünkü Enes için hakikati taşımak, kendi evlatlarının geleceğini de savunmaktı. Tam 637 gün boyunca açlığın ve acının her türlüsünü yaşadı. Kendi yaşamının bedeli pahasına, her gün kamera karşısına geçip dünyaya Gazze’nin hikâyesini aktardı. Çünkü onun için gazetecilik sadece bir iş değil, insanlığa borçtu. Birçoğumuzla yaşıt olan Enes, gencecik yaşında, ağır bir sorumluluğun altına girmişti: Gazze’nin sesi olmak.
Enes, yalnızca bir gazeteci değil; zulmün perdelemek istediği hakikatin ardında dimdik duran bir şahit idi. Gözleriyle gördü, kamerasıyla kaydetti ve dünyaya aktardı. Onun için habercilik bir meslek değildi; bir görev, bir ibadet, bir emanetti. Bir arkadaşı, kendisi hakkında şahitlik yaparken şu ifadeleri kullanmıştı; "Enes, yayın dışında kameranın önünde, ‘Allah’ım çok açım, ayakta zor duruyorum’ diyordu." Enes Gazze'nin çocuğuydu ve Gazze'nin yaşadığını yaşıyordu; açlık, sesinin duyulmaması ve şehadet...
İşgalci rejimin sürekli tehdit ettiği Enes, şehit edileceğini bilmesine rağmen bir gün bile direnişinden geri durmadı. Nisan ayında bir vasiyet kaleme alan Enes, adeta şehit olacağını günü bekliyordu. Vasiyetinde “Eğer bu satırlar size ulaştıysa bilin ki siyonist rejim beni öldürmeyi ve sesimi susturmayı başardı. Allah şahittir ki halkımın sesi ve sığınağı olmak için bütün gücümü verdim.” ifadelerini kullanmıştı.
İşgalci rejimin, Şifa Hastanesi’nin yakınlarında kurulan basın çadırına düzenlendiği saldırıda sadece Enes değil, Gazze’nin sesi de hedef alındı. Enes ve arkadaşları; bugün Gazze’de katledilen 240'a yakın (influncerler ile 500'e yakın) gazeteci aynı kaderi paylaştı. Her biri ardında yarım kalmış cümleler, yarım bırakılmış not defterleri ve gerçeği kayıt altına alırken çekilmiş son kareler bıraktı. Kimisi sosyal medyadaki son paylaşımında “çocuklarımızı unutmayın” dedi, kimisi son nefesinde kamerayı bırakmamayı vasiyet etti. Onların sessizliği, bizim için yüksek sesli bir çağrıya dönüştü.
Enes Şerif’in vasiyeti, sadece ailesine değil, bütün bir ümmete yazıldı: “Filistin'i, Müslümanların tacındaki inciyi unutmayın. Onun mazlum halkını, çocuklarını unutmayın. Sizi susturmasınlar, sınırlar sizi durdurmasın. Köprü olun, ta ki özgürlük güneşi topraklarımızın üzerine doğana kadar.” Enes'in vasiyeti, sıradan bir vasiyet metni değil aslında bir sorumluluk, bir emanettir. Gazze’nin enkazlarında dolaşan rüzgâr, hala Enes’in sesini taşıyor. Gözyaşlarını içine akıtan bir annenin titreyen dudaklarında, taşların arasından çıkan bir çocuğun suskun ve mahzun bakışlarında, geceyi yaran bombaların uğultusunda hala onun nefesi var.
Bizler, bu nefesi taşımak zorundayız. Bizler, bu vasiyeti omuzlarımızda yüklenmek zorundayız. Çünkü eğer kalemleriyle hakikati savunan bu yiğitleri unutturursak, zulüm sadece Gazze’de değil, bütün insanlığın vicdanında kök salar. Kalemler kırılır, kameralar paramparça edilir, bedenler toprağa gömülür ama hakikat ölümsüzdür. Hakikati savunurken şehit düşenlerin sözleri, kanla yazılmış birer mühür gibi kalır.

