İnsan.. Sosyal olduğu müddetçe yaşama tutunan bir varlık. Sosyalliği nispetinde varoluş sahnesinde kimlik edinen ve kimliği üzerinde hareket eden, topluma aidiyet hisseden ve aynı ölçüde topluma varlığını hissettiren/kabul ettiren bir varlık.
Günümüz dünyası, sosyal statü yani kimlik-rütbeyi kutsallaştıran bir zihniyete bürünmüş durumda. Kim olduğumuzun kalbimizle veya aklımızla pek ilişkisi kalmamış. Bize verilen isimlerimiz; cebimiz veya yakamızda taşıdığımız kimliğimizle ilintili. Kişiliğimizden evvel sıfatımız konuşuyor, konuşuluyor. Oturduğumuz makam bize değil, biz oturduğumuz makama hizmet etmek zorunda kalıyoruz. Çünkü 'biz' olmamıza sebep, makamın ta kendisi. Kürkü giymek yerine kürke yedirmeyi tercih ediyoruz/zorunda kalıyoruz.
Hâl böyle iken insan denen varlık, kişilik edinme mücadelesinde bir boğuşmaya tabi tutuluyor. Tabiri caizse doğal seçilimin insani versiyonu.
Statü mücadelesinde kazananlar, kaybedenler tarafından ezilmişlik/yenilmişlik psikolojisi altında bir iftira ve hakaret kampanyasına maruz bırakılsalar da, izleyiciler yani toplumun geri kalanı kazananı diline pelesenk ediyor. Bu bağlamda insan da kazanan olma yolunda elinden geleni ardına koymuyor. Çünkü methedilme duygusu insanın en kabarık duygularından.
İnsanı bu mücadelede bekleyen mutlak iki sonuç var. Bunlardan ilki kaybeden olma. Yani seni ezerek geçen birilerinin kazanan olması. Bu durumda insan, yıkılmışlık duygusuna kapılır. Zira hayat denen mücadele sahasında kaybettiği sadece bir savaş değildir bu kişinin. Aynı zamanda kazanması gereken rütbesini de kaybetmiştir. Dolayısıyla var olması için gerekli kimliğini de. Durum bu olunca kişi depresifleşir. Onu hayatın tutamaçlarına bağlayacak bir kimliği bile yoktur(!). O kimliği onu ezip geçenler kazanmıştır. Ve onlar artık bir ömür istediklerini elde edebileceklerdir. Kendisi ise sefil bir yaşama düçar olmuştur. Depresyonda olmaması için hiçbir gerekçesi yoktur. En yakınları, ailesi, eşi, dostu, akranları hep ona "statüsüz" gözüyle bakacaklardır. Bu depresif durumdan kurtulmanın da iki yolu vardır: Ya statü kazanana kadar mücadeleye devam etmek ya da mücadele edecek azmi bulamayıp intihar etmek... Üçüncü yol olan, ‘bu yaşam şartlarında hayata devam ‘ çok da mümkün değildir bu kişiler için. Zira kafasındaki soru işaretleri diğer iki seçenekten birini uygulaması için sürekli beynini kemirmektedir. Kaybedenin yani kimliksiz kalanın hâli budur.
İlginçtir ki kazanana bakınca da durumun pek farklı olmadığını görüyoruz. Kazanan kişiden beklenen bulunduğu statü gereği eli cebinde, kravatı yakasında, yediği önünde, yemediği arkasında olması.. Gelin görün ki durum böyle gelişmiyor. Kravat başa bela oluyor. Seni 'aziz' kılmasını beklediğin kimlik, 'aciz' kılıyor. Zira bundan sonra seni yeni bir mücadele bekliyor: Kimlik koruma mücadelesi.
Artık kafandaki soruların kelimeleri değişiyor ama cümle sonundaki soru işaretlerinin sayısı her geçen gün artıyor. "Bulunduğum mevkiyi koruyabilecek miyim, daha fazla nasıl kazanabilirim, neden 1 değil de 2.yim, bunun için kaç kişiyi daha ezmem gerekir, ya düşersem, ya makamım mezarım olursa" gibi onlarca soru beliriyor zihinde.
Toplumun dilinde yer edinmenin getirdiği sosyal sorumluluk ve heybeni koruma ya da arttırmaya yönelik mücadele, zirveye çıkmak için verdiğin mücadeleden daha ağır oluyor. Zira zirveden düşmek, hiç çıkmamış olmaktan daha korkunç ve öldürücüdür. Hiç çıkmayanın kaybedeceği bir şey yoktur. Azmi de varsa korkacağı hiçbir şey kalmaz. Ama her şeyi olanın, konuşulanın düşüşü ölmek demektir. Bunun farkında olan statü sahibi kişinin sorunu ve sorumluluğu ezip geçtiği kişiden daha ağırdır.
Kazananın yani kimlik edinmiş kişinin bir diğer sorunu da 'tatminiyetsizlik' duygusudur. Zira insanoğlu doymak bilmez bir varlıktır. Hep 'daha çok' için mücadele etmekten geri durmaz. En iyi olmak adına varını yoğunu ortaya koyar. Keyfini çıkarmak yerine canını çıkarır. Hep daha fazlası için. Bu da elinde olanın tadını çıkarmaya engel olur.
Bu sorunların temeli mücadele etmek zorunda bırakılışımızdır. Birileriyle kıyaslama hastalığıdır. Çözüm ise basittir.
En yüksekte olmak zorunda kalmamak için 'yüksek' ibaresini toplumdan söküp atmamız gerekir. Bulunduğumuz konumun alçağı yükseği yoktur. Her ne makamda, her ne rütbede olursak olalım o bizim için zirve olmalıdır. Mesele zirvede olmak değil, olduğumuz yeri zirveye çevirmektir, önce kendimizin sonra toplumun zihninde. Bunun için uğraşmaktır asıl mücadele. Ve bu mücadelenin kazananı sadece biz olmayız, toplumun hepsi olur. Alçak-yüksek tartışmasının olmadığı bir toplum felahtan nasibini alır. Ancak böyle bir dünya acımasız olmaktan çıkar ve yaşanılası olur. Unutmayalım ki daha yaşanılır bir dünyayı oluşturmak bizim elimizde.
Söz&Kalem | Hüseyin Gülsever