Geçtiğimiz Kasım ayı sayısında Hissizleşen Hisler başlığı ile bir yazı kaleme almış ve hislerimizin yaşadığı vahim değişim ile ilgili bir durum tespiti yapmıştık. Hissizleşen hislerimiz için çözüm yollarını kısa tuttuğumu, bundan dolayı yazının devamını yazmanın faydalı olacağını düşündüm. Bir soruna çözüm bulmak için öncelikle nedenlerinin iyi irdelenmesi gerektiğini, sorunu iyi tanımamız gerektiğini düşünüyorum. Her sorun her kişi için özel olabilmekle beraber çözümün de özel olması gerektiğini unutmamak elzemdir. Hissizleşmek bir duyu kaybı olsa da kaybolan duyguların tekrar geri döndürülebilir olduğunu da unutmamak gerekir.
Çözüm yollarına geçmeden önce mümkünse yazının ilk kısmını gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum. Sonrasın da ise örnekler vererek durumu daha anlaşılabilir hale getirmek istiyorum. Yüksek irtifa kavramını duymuş olabilirsiniz. Sizce bir insan hangi yüksekliğe kadar güvenle çıkabilir? Acaba yükseklerde hiç oksijen yok mudur? Hayat tam olarak hangi yükseklikte son bulmaktadır? Denilenin aksine yükseklerde oksijen bulunmaması değil o oksijenin efektif olarak kullanılamamasından dolayı solunum güçlüğü çekilmektedir. Yani aslında yüksek irtifa dediğimiz 2400 metrelerden başlayıp daha yükseklerde devam eden dağ hastalıklarının temel nedeni oksijeni iyi şekilde kullanamamaktan ileri gelmektedir. Yükseklik arttıkça basınç azalmakta, oksijen molekülleri arasındaki mesafe artmaktadır.
Vücudumuz bu durumla başa çıkmak için hemen önlemler almaya başlar. Derin nefes alma, kalp hızının artması ve adrenalin, kortizon gibi bazı hormonların salınımında artış, kısa zamanda devreye giren mekanizmalardır. Yükseklerde uzun süre yaşandığında ise; kanın oksijen taşıyan kırmızı kan hücrelerinde sayısal artış olmaktadır. Ancak kan hücrelerinin bu artışı, kanın akışkanlığında azalma ve tıkanmalara da yol açabilmektedir. Bu durum kronik dağ hastalığının ana nedenidir.
Dikkatinizi buraya çekmek istiyorum. Oksijen atomları arasındaki uzaklık arttıkça bizler içinde yaşam, yavaş yavaş sona ermektedir. Çünkü yaşamın temel kaynağı olmazsa ilgili organlar beslenemez kısa zamanda kangrenler gerçekleşecek, organlar bir bir iflas edecek ve yaşam son bulacaktır. Vücut dışarıdan herhangi bir destek almadan çırpınmaya devam edecek ama sonun değişmesi için herhangi bir aksiyon alınamayacaktır.
Bu örneğe ara vererek geçen yazıdan bir paragrafı araya sıkıştırmak istiyorum. ‘Hissizleşmek, tam da bu durum aslında. Yoğun iş temposu, kalabalık ortamlar, birbirinden kopuk yığınlar… İnsanlar birbirini daha az görmeye ve daha az vakit geçirmeye başladıkça birbirlerinden uzaklaşıyor. Sadece ikili ilişkilerde değil kendimizle olan bağımız da zayıfladı. Olaylara karşı vermiş olduğumuz tepkiler, sonrasında aldığımız aksiyonlar… Aynı olayları tekrar göre göre aldığımız haz ve içerdiği şiddet bizi tatmin etmemeye başlıyor.”
İnsanın kendi çekirdeği ile olan bir bağı ve başkaları ile olan ikinci bir bağı daha bulunmaktadır. İnsan kendinden de başkalarından da uzaklaşmaya başladığında adeta yaşamın temel kaynağı olan oksijen ve diğer gazların eksikliğinde yaşanılan etkiler gibi zararlar ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu bağlar öyle bağlarlar ki ne çok uzak kalmaya izin verirler ne de çok yakın durmaya…
Kişi kendisiyle ve başkalarıyla olan bu bağın organik veya inorganik olup olmadığına dikkat etmeli ve daima mesafe kontrolü yapmalıdır. Bu bağlar hem fiziksel hem ruhsal olarak kontrol altına alınmalıdır. Yani çok kalabalık bir ortamda dahi yalnızlık çekiyor isek bu bağ ruhsal bir bağın zayıflığı veya kopukluğu ile ilgili olabilir. Bir hamurun mayası ne kadar iyiyse ekmek o kadar iyi kabarmaktadır. İnsanın kendisiyle olan bağı ne kadar kuvvetli olursa başkalarıyla kuracağı iletişim de o denli kuvvetli ve daha kalıcı olacaktır. Zaten ilişkilerin bu şekilde sönük, kısa süreli ve tabiri caizse suni olmasının temel sebebi de bu değil midir?
İnsanın kendisiyle olan bağları barışık değilse, kendini ya dışarıya kapatacak ya da kurduğu suni diğer etkileşimlerin içinde yapay, farklı bir yüz meydana getirecektir. İnsanlar kendisi gibi olmamaya başlayınca kurduğu ilişkilerin çoğu geçici, yıkıcı ve tekrar ilişki kurmaya katılamaz halde geri dönüşü olmayan yaralar bırakacaktır.
Sorunun temel kaynağının iletişimsizlik ve etkileşim sorunu olduğunu vurgulayarak tekrardan başa dönmek istiyorum. Kendimiz için acilen bir eylem planı hazırlamalı, otokontrol sistemini daha akılcı şekilde kullanmalıyız. Ne duygularımızın bizi kontrol etmesine izin vermeliyiz ne de sadece akılcı hareket etmeliyiz. Akıl, hikmet ile yoğrulursa ancak doğru bilgilere erişilebilir. İçimizdeki gibi dışımızdaki etkenlere karşı kendi öznelliğimizin ötesine geçerek öğrenme aşamasına geçmeliyiz. Bu her daim ufkumuzu genişletecektir. Hakikati bize takdim eden varlığın huzurunda durmayı ve onunla akıl ve erdeme dayalı bir ilişkiye geçmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Aklımızın ışığını hakikatin ışığıyla birleştirmeye başladığımızda dünyamız da aydınlanmaya başlayacaktır. Kurduğumuz ilişkiler daha sağlıklı, bağlar ise daha kuvvetli olacaktır. Aydınlanmamız ancak tüm bu ışıkların birleştirilmesi ile mümkün olacaktır.
Geldiğimiz bu noktada popülarizm veya her ne -izm derseniz deyin bizi bireyselliğe, bireysellik buhranına itmektedir. Kendimizi kararsız birer atoma benzetirsek, çekirdeğe olan uzaklığımız arttıkça daha serbest veya onların ifadesi ile daha özgür! hale gelebiliriz belki ama unutmayın ki, kimyada bu tür kararsız atomların oluşturduğu elementlere, radyoaktif elementler denir. Bu elementler nükleer silah (atom bombası) yapımında kullanılır ki yaşamı tahrip etmek ve canlıları öldürmek amacıyla çok hızlı bir şekilde, yüksek miktarda kayıplara neden olurlar.
Hissizleşen hislerimizin kararsızlıktan, düzensizlikten, kurulan bağlardan ve iletişimlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Daha kararlı hale gelebilmek ve kendi yörüngemizde yüzebilmek için dengeye girmemiz gerekir. Çekirdeğe olan uzaklığımızı daima kontrol etmeli, aşırılıktan uzak durup kendimize telkinlerde bulunmalıyız. Bu hızlı akışta arada durup “Ben nereye gidiyorum?” sorusunu kendimize sormalıyız.
Fikirlerimiz görünmez kılınıyor, çabamız anlamsızlaştırılıyor, bedenlerimiz fabrikalarda, mağazalarda, evde, masa başında köleleştiriliyor, güvencesiz bir hayata mecbur ediliyoruz. İfade özgürlüğümüz çalınıyor, haksız, hukuksuz bir dünyaya ikna edilmeye çalışılıyoruz. Bedenimizin tepeden ayağa nesneymişiz gibi biçimlenmesi amaçlanıyor, hakikati söyleme cesareti gösterenler cezalandırılıyor, hiç olmamışız gibi, yokluğumuzu ilan etmemiz bekleniyor. Bunların hepsi bizi bizden alıp götürüyor; yani köklerimizden, bağımızdan, yörüngemizden…
Toplumumuzda gitgide artan bu hissizlik duygusunu bir an önce üzerimizden atmamız gerekiyor. Bunların en başında gelen iletişimsizlik ile farklı gruplar arasındaki diyalogları artırmalı ve toplumdaki her bireye bu ekibin bir parçası olduğunu hatırlatmalıyız.
Tüketirken tükeniyoruz. Sorgulamayı, minimalist yaşamayı, alternatifler oluşturmayı, adil ve etik olmayı benimsemeyi öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor. Satın aldığımız her ürünle, yaptığımız her eylemle, kurduğumuz her cümleyle yaşamak istediğimiz dünyanın temellerini atıyoruz. Bunun farkına vardığımızda dünyayı daha güzel bir yer haline getireceğiz. Bir başka yazıda görüşmek dileğiyle…
Söz&Kalem Dergisi | Muhammed Zeki Aygur