Geçen gün liseden arkadaşımla konuşurken hastaneye gelen vakalardan bahsediyordu. O kadar dehşet verici şeyler anlatıyordu ki insanın adeta kanını donduran cinsten. Sonra konu konuyu açınca ne kadar hissizleştiğimizden dem vurduk. Eskiden duyulduğunda belki insanların sokaklara dökülüp halk ayaklanması yaratabilecek sosyo-ekonomik nedenler nedense artık umurumuzda dahi olmuyor. Evet evet tamda bundan bahsetmek istiyorum. Acaba ne kadar hissizleştik? Bu hissizleşme bir vurdumduymazlık mı? Yoksa gerçekten duyusal kronik bir kayıp mı? Değer kavramı son dönemde anlamını kaybetti sanki. Sevmeyi unuttuk, sevilmenin de kıymetini bilmiyoruz. Hissizleşmek, tam da bu durum aslında. Yoğun iş temposu, kalabalık ortamlar, birbirinden kopuk yığınlar… İnsanlar birbirini daha az görmeye ve daha az vakit geçirmeye başladıkça, birbirlerinden uzaklaşıyor. Sadece ikili ilişkilerde değil kendimizle olan bağımızda zayıfladı. Olaylara karşı vermiş olduğumuz tepkiler, sonrasında aldığımız aksiyonlar… Aynı olayları tekrar göre göre aldığımız haz ve içerdiği şiddet bizi tatmin etmemeye başlıyor. Öyleki haberlerde gördüğümüz ve sürekli hale gelen afetler, kazalar, kavgalar, ölümler sıradanlaşmaya başlıyor ve bu haberleri duyarken aaa yine mi aynı şey deyip geçiyoruz. Sıradanlaşmaya başlayan şey etki olarak hafifleşmeye başlar. Bundan dolayı tepki vermemiz için daha ağır şekilde yaşanması gerekir.
İşte arkadaşım ile bu konuları konuşurken aslında son zamanlarda ne yaşanırsa yaşansın artık ne tepki vereceğimizi bilemediğimizi ilettim. Bu hissin azalması değil tamamen yok olması gibi bir şey. Hissizleşen hislerimiz bizleri duygusuz bir topluma dönüştürüyor ama farkında değiliz. Bunları az çok hissedebildiğimden ağır travma geçiren insanların yerine daima kendimi koymaya çalışırım.
Hissizleşmek denilince ilk başta vurdumduymazlık, sakinlik, tepkisizlik, her şeye ‘eyvallah’ demek gibi gelse de bunun çok büyük sonuçlar doğuracağını unutmamamız gerekiyor.
Gergin geçen ve yüksek strese maruz kaldığımız bugünlerde üzerinde pek durmadığımız ama önemi yadsınamayacak bir konu da psikolojimiz. Terör eylemleri, şiddet olayları, toplum içi öfke patlamaları ve gazete manşetlerinde hemen hemen her gün okuduğumuz cinayet haberleri... Tüm bunlar, sosyal bir yaşantının parçası olan biz insanı nasıl etkiliyor dersiniz. Kaçımız ne hissettiğimizi düşünüyor, duygularımızın ne olduğunu ifade etmeye çalışıyoruz. Hissizleşiyor muyuz acaba? Üzülüyoruz, tepki vermek istiyoruz, kızıyoruz, öfkeleniyoruz ama bu duyguların hepsi kısa süreli oluyor. Bunların hepsi otomatik bir şekle dönüşmüş durumda; öfkemiz, üzüntümüz, her bir duygumuz, yaşanması gerektiği için yaşanıyor ve sonra beynimiz tarafından bastırılıyor, bunu halk arasındaki “içine atmak” deyimi gibi düşünebiliriz. Bastırma işlemi, baş edemediğimiz duygu ve olaylarla mücadele etmek için farkında olmadan geliştirdiğimiz bir defans mekanizmasıdır. Peki bastırma işlemi yaparak yani içimize atarak aslında ne yapmış oluyoruz, bu bizim için faydalı mı?
Bazı olumsuz duyguların nedenini kavrayamadığımızda hayatımızda büyük sorunlara, strese ve depresyona neden olabilirler. Bu bakımdan duygularımızın farkında olmaya çalışmalı, duygularımızın eylemlerimizi yönlendirmesine müsaade etmemeliyiz.
Hissizleşen hislerimiz kaybolmuyor. Bilakis bu duygu yoğunluğu bir yerde depolanıyor. Hiç ummadığımız anda bu kıvılcım, kitlesel bir hal alırsa ne olur sizce hiç düşündünüz mü? Evet önünü alamayacağımız bir öfke patlaması bu toplumu 20 yıl geriye götürme potansiyeline sahip.
Bu gücü yerinde ve dozunda kullandığımızda normal, gerekli ve sağlıklı bir duygumuz olduğu gibi; kontrolsüz olarak kullandığımızda da adeta bir patlama gibi her şeyi yakıp yıkacak ve okul, iş ya da aile hayatımızda, sosyal ilişkilerimizde problemlere yol açacaktır. Öfke, insanı en çok etkileyen duygularından olduğu için kendini kontrol etmeyi öğrenmek şarttır. Fizyolojik ve psikolojik nedenlere dayalı öfke patlamaları yaşanabildiği gibi, toplumsal sorunlar nedeniyle de öfke patlamaları yaşandığı bilinen gerçekler arasındadır. Türkiye'de toplumsal ve ekonomik sorunların genişleyen halkası daralan yüreklerde yarattığı basınç patlamalarına yol açıyor. Bu çok tehlikeli durumun fotoğrafı, "toplumsal cinnet" halidir. Toplumsal cinnet hallerinde ortaya acımasız, vahşi ve kanlı "linç" fotoğrafları çıkar. Lincin olduğu yerlerde, uygarlığı bir kenara bırakın ne hukuktan ne de adaletten ne de insanlıktan söz edilebilir. Hem ikili ilişkilerde hem de toplumsal anlamda artık çoğu kişi duygusuzlaştı. Bunun en büyük nedenlerinden biri iletişimsizlik olarak karşımıza çıkıyor. Maalesef aynı hayatı, aynı evi paylaşan iki insan bile birbirleriyle basit bir olayı bile sağlıklı şekilde konuşmayı beceremiyor. Bu noktada empati kurmak son derece önemli. Karşımızdaki kişiyi anlamaya çalışmak göründüğü kadar zor değil. Gerçekten bunu başarabilen kişiler hem çok daha mutlu ve keyifli bir hayata sahip oluyor hem de yıpratıcı, incitici ve yorucu günleri geride bırakıyor.
Fikirlerimiz görünmez kılınıyor, çabamız anlamsızlaştırılıyor, bedenlerimiz fabrikalarda, mağazalarda, evde masa başında köleleştiriliyor, güvencesiz bir hayata mecbur ediliyoruz, ifade özgürlüğümüz çalınıyor, haksız, hukuksuz bir dünyaya ikna edilmeye çalışılıyoruz. Bedenimizin tepeden ayağa nesneymişiz gibi biçimlenmesi amaçlanıyor, hakikati söyleme cesareti gösterenler cezalandırılıyor, hiç olmamışız gibi, yokluğumuzu ilan etmemiz bekleniyor.
Toplumumuzda gitgide artan bu hissizlik duygusunu bir an önce üzerimizden atmamız gerekiyor. Bunların en başında gelen iletişimsizlik ile farklı gruplar arasındaki diyalogları artırmalı ve toplumdaki her bireye bu ekibin bir parçası olduğunu hatırlatmalıyız.
Tüketirken tükeniyoruz. Sorgulamayı, minimalist yaşamayı, alternatifler oluşturmayı, adil ve etik olmayı benimsemeyi öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor. Satın aldığımız her ürünle, yaptığımız her eylemle, kurduğumuz her cümleyle yaşamak istediğimiz dünyanın temellerini atıyoruz, bunun farkına vardığımızda dünyayı daha güzel bir yer haline getireceğiz.
Söz&Kalem Dergisi / Muhammed Zeki Aygur