Zamanın birinde bir padişah vezirlerine emir vererek insanlığın başlangıcından bu yana yaşamış olanların hayat hikayelerini bilmek istediğini aktarır ve vezirlerine bu işi yapabilmeleri için ülkenin en önemli tarihçilerini bir araya getirmelerini talep eder. Ülkenin en ünlü tarihçileri padişahın huzuruna gelirler. Padişah onlara niyetini açıklar ve tarihte yaşamış olan bütün insanların hayatlarını derleyip kendisine getirmeleri için emir verir. Bir süre sonra tarihçiler her bir devenin sırtında kırk cilt kitap olmak üzere kırk deve ile saraya gelip, insanlık tarihini padişaha sunarlar. Padişah bu kitapları görünce bunları okumanın kendisine çok vakit kaybettireceğini düşünür ve tarihçilere bu kitapları geri götürüp kendisine özet halde bir şey getirmelerini talep eder. Aradan bir müddet geçtikten sonra tarihçiler sadece bir devenin sırtında kırk cilt kitap ile birlikte geri gelirler. Padişah kitaplara bakıp bunların da kendisine fazla geleceğini söyleyip, tarihçilerden daha da özet bir şeyler getirmelerini talep eder. Aradan bir müddet daha geçtikten sonra tarihçiler ellerinde tek bir cilt kitap ile geri gelirler. Lakin padişah bu sefer de devlet işlerinin yoğunluğundan yakınarak kendisine tarihte yaşamış bütün insanların hayatlarını içeren daha da özet sayılabilecek bir şeyler getirmelerini talep eder. Bu sefer uzun bir müddet aradan sonra tarihçiler ellerinde bir sayfa ve üzerinde bir cümle yazılı olarak padişaha gelirler. Padişah tek bir kâğıt parçasını görünce şaşırmış, kâğıdı alıp hemen okumaya başlamış. Okuduğu gibi de hayreti yüzüne yansımış. Tarihte yaşamış tüm insanların hayatlarının özeti olarak şu cümle ile karşılaşmış, “Doğdular, yaşadılar ve öldüler”.
Kıssadan herkes kendine düşen payı alırken, tek cümleden koca bir cümle aleme yürünecek kadar söz, söz öbeği, birkaç söz ve hatta daha fazla bir şeyler düşer heybelere. Hal’ler birer ikişer ve yine belki de daha fazla şekillerde analiz edilir. Bazen, bazıları kendilerinde tamamen belgisiz olmak şartı aranmaksızın kendince anlayıp, hissedip, yaşar hayatı, kıssayı. Onlar, kıssadan önemli bir hakikati çıkarıp bulmuş, tekrar keşfetmiş gibi ölüme karşı çaresizlik bürünürler mesela. Fikrini devreye oturturken akımın dirençlere rağmen yegâne hakikat olduğunu söyleyip dururlar. İnsanlar aslında biri birinin aynıdır, derler. Hatta 9. Sınıf biyoloji bilgisine dayanarak DNA yapısı ve %99 benzerlik üzerinden temellendirmeler kurarlar. Âdem derler, toprak derler, özünde insanlık derler. Aslında hal; bir, saf, pürüzsüz, göz kamaştırıcı, anadan üryan, temiz, titiz ve hatta kutsi derler. Bu bazıları kıssadan öz olarak “tek cümleyi” alırlar. İnsan “Doğar, yaşar ve ölür.” derler. Görünüme aldanmayın derler, doğup, yaşayıp, ölmek ayrı haller değil bilakis bunlar tamamen yekvücut olmuş bir hali ebet müddet derler. Öyle ki bu grup insandan olmak bayağı çekici hale gelmektedir. Misalen ben bu grup insan içerisinde olsaydım “insan yeryüzünün halifesi’dir” hissesine bağlanmak isterdim.
“Do not judge a book with its cover” diye meşhur bir atasözleri vardır İngilizlerin. Temelinde insan bir kitaptır, onu kapağı ile yargılamak doğru olmaz, bir de açıp içine bakmak gerekir derler. Ama insanların çoğu bunu yapmaktan sakınır. Bu bazı, belgisiz insanlar için “insan” ön kapak ve arka kapaktan müteşekkildir. Ön kapakta büyük bir başlık ve kapağın rengi mevcuttur. Beyaz, siyah, kahverengi, kızıl, albino gibi. Arka kapakta da kısa bir özet, (Padişah’ın uyanıklığını çözmüş tarihçiler tarafından konulmuş olmalı) ve yine kapağın rengi. Bu iki kapak tahlili yapıldıktan sonra bir kısım insanlar kıssadan kendilerine düşen hisseyi alırken, insanı sürekli olarak iyi ile kötü arasında konumlandırılmaya çalışırlar. Yaptıklarını da fayda ve zarar denkleminde sürekli tartışırlar. Karşıt kutuplar söylemi, zıtlıkların birlikteliği, birini tamamlayan ikinci edebiyatı, insan hakkında sürekli dolanıp duruvermiş şeyler olurlar, bu grup insanların arasında. Metaforlar ile insanı anlama ve tanıma çabası sürekli geliştirilmiş, ikilikler oluşturmaya çalışılmıştır, onlarda. Gece ile gündüz, yer ile gök, hatta yengeç dönencesinin üzerindekiler ve oğlak dönencesinin altındakiler için yaz ile kış insanı anlama ve tanımlama uğraşısına iki yönlü denklem olmuşlardır adeta. Basit, akla kolayca hitap edebilen çoğu zaman genel-geçer kabuller haline gelmiş bu ikili insan hal’leri insanı cezbetmekte ustalık sahibi aynı zamanda. Ben bu gruptan biri olsaydım, “İnsan, nur ve çamur’dur.” metaforunun dergâhının eşiğinde beklemek isterdim, örneğin.
Maddenin en son üç halinden bahsedilirdi. Bir madde, doğada katı, sıvı ve gaz şeklinde bulunabilir deniliyordu fen kitaplarında. Epeyce güçlü bir iddiaydı. Öyle ki, kimileri maddenin plazma hali gibi şeylerden bahsettiyse de zihinlerde madde hep üç haldeydi ve öyle de kalacaktı. Bu üç hal’lilik zamanla fen ilimlerinden edebiyata insani bir yardım olarak imgeleşti, geçti. Söz ustaları da insanın üç halini bulmak, tanımlamak ve betimlemek için bayağı müsvedde karaladılar, divit döktüler ve tuş bastılar. Kıssadan hisseyi elde etmek için bir grup insan kendi katı, sıvı ve gazını bulmaya çalıştı. Kimi direkt, öyle dümdüz bu üç hale erkek hali, kadın hali ve çocuk hali dedi. Kimi “Hayır efendim olur mu öyle bir şey?” diyerekten bu üç hal aslında gençlik, çocukluk ve ihtiyarlık halidir dedi. Kimi daha genel, ilmi ve ihtiyati davranarak insanın üç hali aslında insanın duygu hali, insanın düşünce hali ve insanın davranış halidir, dedi. Kimi hiç oralı bile olmadı. Hadi canım insan dedin mi “et, kan ve kemiktir” dedi. Öyle ki işler bu insanlar arasında karmaşıklaşmaya başlamıştı artık. İşler kırk cilt kitaba doğru gidiyordu artık. Öyle ki kimileri mor ve kızıl’ın arasındaki (ötesinden değil henüz) şeylerden bahsetmeye başlamıştı bile. “Gri” diye protestolar yapmaya başlamıştılar artık bazı STK’lar. İyi iken kötü, kötü iken iyi olmak adeta sıradan bir “hal” almaya başlamıştır bu insanlar için, bu “hal” de üçüncü bir “hal” olmaya başlamıştır, nitekim. Bu insanları anlamak için daha büyük çaba gerekecektir artık. Beynin bağlantı kabloları ile oynanmaya başlanmıştır, hissedebiliyorsun. Bu iş daha da bir keyif verici hale gelmeye başlamıştır. Ben bunlardan olsaydım örneğin, “Amel’ler niyetlere göredir.” şiarına 40 yıl köle olurum, derdim.
Einstein rölativizmden bahsederken, herkesin ve her halin kendine has olduğu hakikati zaten yıllardır vardı. Fenomonolojik olarak bir grup insan hal’in hatırı üstte tutulmaya başlamıştı bile. Öyle kesin yargılar işlemiyordu artık bu gruptaki insanlara. Onların mekânlarında, kıssadan hisse almak isteyenler için işler daha da karmaşıklaşıyordu. Bir başka sebep, arkada yatan bir neden, olayın görünmeyen yüzü, madalyonun arka tarafı çoktan konuşulmaya başlanmıştı bile, bu belgisiz bir grup insan arasında. Onlara göre pozitivizm bir ayağı çukurda yürüyordu. Hele sosyal ve beşerî ilimlerde öyle iki kere iki dört etmiyordu. Obama ve Trump dönemlerinde ayrı ayrı yapılan ırkçılık çalışmalarında beyazların siyahilere karşı önyargısı farklı çıkıyordu mesela. Mültecilere karşı tutumlar ekonomik bağlamlara göre değişebiliyordu bu grup insanlarına göre. Hatta bu grup insanlarına göre, bir okulda öğrencilerin başarılarına etki eden faktörler aynı ölçekle ölçülmesine rağmen yıldan yıla değişim gösterebiliyordu. Bu insanlara göre insani halleri anlayabilmek için her bir devenin sırtında kırk cilt kitap olmak üzere, kırk devenin yükü kadar bilgi sahibi olmak bile yetmeyebiliyordu. Her insan biriciktir deniliyordu, insanı anlama adına yola çıkmış terapistler tarafından. Köyden şehre gelmiş meraklı çocukların yüksek binalardaki katları sayıp onları daire sayısı ile çarpmaları sonucu elde ettikleri sayılar gibi, yedi milyar biricik insanı hemen hesaplayabiliyordu insan zihni. Buralarda cazibe artık incelik istiyordu, daha sanatsal, daha fazla detaydaki meleği ve şeytanı fark etmeye yönelik gibi. Ben bu grupta olsaydım mesela, “Her insan için Allah’a giden bir yol vardır” düsturuna her bir devenin sırtında kırk yıllık olmak üzere, kırk deve kadar sevgi yatırırdım, mesela.
Ali Mürteza TİTTİZ