İçinde yaşadığımız “çevre”nin, doğrudan veya dolaylı olarak insanı etkisi altına aldığı hususunda genel bir kanaatin varlığından söz edilebilir. “Çevre”den, bu yönüyle daha çok sosyolojik anlamlar elde edilmektir. Söz gelimi, günlük yaşamımızda hoşnut duymadığımız durumların/olayların yaşanıyor olması, ekseriyetle sosyal bir yozlaşmanın sonucu olarak görülmektedir. Pekâlâ, tersine bir okuma yaptığımızda, meselenin yalnızca sosyolojik boyutla sınırlı olmadığı ve aslında sosyal cereyanı doğuran esas faktörlerden birinin de fiziksel çevre olduğu düşüncesi öne sürülebilir. Daha duygusal bir ifadeyle, fiziksel çevrenin “insani” veya “gayriinsani” olması, sosyal hayatımıza, yaşam biçimimize etkisi olur mu? Bu soruya cevap mahiyetinde, farklı cihetlerden meseleyi irdelemek daha anlamlı sonuçlar verebilir.
Sosyo-kültürel çevrenin doğrudan etkisi gibi, kendi elimizde meydana getirdiğimiz fiziksel/mekansal çevrenin de, doğrudan veya dolaylı şekilde insanı sarmaladığı hususu çoğu zaman dile getirilmez. Hatta mekâna dair “iyi” ile “kötü” nün ayırımı anlamsız görülmektedir. En basit ifadeyle içinde yaşadığımız ev, evin konumlandığı sokak, sokaklardan müteşekkil mahalle ve nihayet şehir… Parçadan bütüne, içinde müşterek bir yaşamın süregeldiği bu parçalar, aslında eylemlerimizin, davranış biçimimizin, zihinsel dünyamızın şekillendiği ve buradan beslendiği zeminler olarak görülebilir. Dolayısıyla beraberinde ‘bir yaşam biçimi’ni getiren fiziksel çevre üzerine, tarihsel tecrübeye ve bugüne dayanarak bir irdeleme yapmak isabetli olacaktır.
Parçadan bütüne doğru ufak bir okuma yaptığımızda, söz gelimi ev, tarih boyunca haneye özel haliyle; yani bir ailenin ihtiyacı olan suyu, toprağı, yeşili, ve en önemlisi mahremiyeti olan, otonom bir yer olarak algılanmıştır. Ev, esas itibariyle içinde oturanın, mensubu olduğu dünya görüşüne ve buna bağlı olarak davranışlarının esaslarına göre şekil alagelmiştir. Hane fertlerini her yaşta kabul eden ev; doğan, yetişen, evlenen, çocuk büyüten, çalışan, yaşlanan ve ölümü bekleyen yaşlının bir aradalığına işaret edegelmiştir.
Evlerin, belirli ilkeler doğrultusunda bir araya gelmesiyle/dizilmesiyle de sokaklar meydana gelmiştir. Sokaklar, yalnızca fiziksel bir geçiş koridoru değil, buluşma, karşılaşma, selamlaşma zemini olarak hayatiyet kazanmıştır. Dolayısıyla sokak yürüme esaslı kurgulanmış ve dahi sokak, birbirini tanıyan insanların bir aradalığını simgeliyordu. Bu bir aradalık, mahalle ölçeğine kadar mümkündü. Yani mahalle de esas itibariyle birbirini tanıyan insanlardan müteşekkil bir örgüt olarak süregelmiştir. Bu yüzdendir ki, tarihsel tecrübe içinde bir mahallenin kontrolsüz büyümesi ve genişlemesi düşünülemezdi. İyi günde kötü günde mahalle, ortak duygunun yaşandığı bir zemin olagelmiştir.
Geçmişe mukabil, günümüz kent-insan ilişkisi de bir karşılaştırma imkânı vermesi açısından dikkat çekici olabilir. Kentleşmenin, artık taşrayı da içine katacak derecede etkili olduğu yadsınamaz. Fiziki çevremiz gün be gün dönüşüyor. Yolar araçların daha hızlı yol alması için olabildiğince genişliyor, sokaklar araçların rahat edeceği şekilde “ferah” tutuluyor. “Mega” projeler geliştiriliyor. “Şehir hastaneleri”, devasa “adalet sarayları”, köprüler, tüneller...“Nüfus yoğunluğu” ve “yer sıkıntısı” sebebiyle “ev”lerimiz artık yan yana değil, üst üstte konumlanmakta. Öyle ki her yıkılan binanın yerine daha yüksek ve daha yoğun bir bina bitiyor. Çevremizi şekillendirirken, büyüklük/yoğunluk/yükseklik/genişlik kavramları daha çok değer görmekte. Toprakla ilişiğimiz günbegün kesiliyor. Çevremizi çepeçevre kontrolümüze almış, onu olabildiğince doğal halinden koparıyoruz. Tabiatın verdiği tüm doğallığı ortadan kaldırmaya yönelik bir gayretin içindeyiz gibi.
Bu mekânsal değişim, beraberinde sosyal bir yapaylık da getirmektedir. Ev tarihsel gerçekliğinden uzaklaşarak modern göçebeliğin simgesi “daire” ye dönüşmektedir. Komşuluklar bu göçebelikte daha doğmadan ölmekte. “Mahalle” artık mekansal bir tanımlamadan öteye geçmemekte. “Mahalle” ve “sokak”, geleni gideni belirsiz, biri birini tanımayan insan sirkülasyonun zeminine dönüşmekte. Mabet yükselen bloklar arasında kaybolup gitmekte ve bağları çözülmüş bir cemaate ev sahipliği yapmakta; cemaat ise mabede tutunma noktasında epeyce güçlük çekmekte. Böylelikle çevre, “insan için” olmaktan çıkıp farklı potansiyeller taşıyan yeni bir oluşum olarak kendini göstermektedir. Bu gösterim şekli ise beraberinde yeni yaşam biçimlerini getirmektedir.
Bugüne ve geçmişe dair detaylı bir ‘ön izleme’ yapmanın bu yazı kapsamında mümkün olmayacağı malumdur. Ancak geçmişe dair bir özlemin içimizde canlılığını koruğu da kolaylıkla söylenebilir. Hatta bugünün problemlerini gidermek amacıyla çoğunlukla geçmişin/geleneğin güzelliklerini dile getirir; bozulan eylemlerimize/fiiliyatlarımıza şifa niyetine geçmiştekilerin davranışlarını referans alırız. Oysa dünde kalan her güzelliğin, kendi zamanının çevresel mekânıyla ilişkili olduğu gerçeği dikkatimizden kaçmaktadır.
Hülasa, kavramsal bir ifadeyle, gelenekten okuyarak aktardığımız her güzel kesit, zamanının çevresel mekânının da tezahürü olarak görülebilir. Yani inanç birliği ve güzelliği, bir arada yaşama sanatı veya erdemlik gibi bileşenlerin, şehrin fiziksel biçimlenmesiyle de alakalı olduğu ihtimali güçlüdür. Öncelikli olarak insan, çevreyi şekillendiriyor olsa da, hemen akabinde mekânsal çevrenin hâkim düzeninin de insanı şekillendirdiği ihtimali ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tarihi referansla bugünümüze ideal bir düzen getirme hedefi, ancak kendisinin inşa edeceği çevre ve mekân içinde bir kez daha gerçekleşebilir. O halde, bugüne ilişkin toplumsal şikâyetlerimizin arka planında mekansal çıkmazların var olabileceği hususunun ıskalanmaması gerekli gibi görünmektedir.
Söz&Kalem - Müslüm Botan