Mimarlık ve şehir, yere, zamana/döneme ve zamanın aktörlerine bağlı olarak değişebilen inşa süreçleridir. Bu süreçlerde aktör konumundaki mimar veya planlamacı, kendi tanımlamasını ve anlayışını yapısal çevre üzerinde somutlaştırarak dönemine ve sonraki döneme olumlu veya olumsuz yönde etki edebilir. Bu noktada Akif Emre’ nin de ifadesiyle mimarlık, “dünyanın en ideolojik mesleği” haline gelebilmektedir. Bir ideolojinin ürünü olan modern kente karşılık, mimarlık ve şehir kavramlarını İslam inanç sistemi içinde yeniden yoğurmayı başararak modern zamana yeni bir soluk getiren Turgut Cansever bu anlamda önemli bir örnektir. Cansever’in mimarlık anlayışı ‘Dünya’yı Güzelleştirmek’ veya insanın çevresini biçimlendirmesi noktasında sorumluluk alması şeklinde şekillenmektedir.
İslam toplumu, cemaat bilinciyle hareket eder ve dönemin ihtiyaçlarını karşılar. Cemaat olma halinin, gerek siyasi mecrada gerekse toplumun psikolojik ve sosyo-kültürel yönü bakımından bir sürekliliği ve bütünlüğü vardır. Tıpkı İslam’da insan için düzenlenmiş zaman olgusu gibi. Fecir’den evvel başlayan vakit; sabah, kuşluk, öğle ikindi vs. şeklinde takip ederek sürekli bir değişim ve gelişim içindedir. Mimari de ise zaman, mekânın toplumsal aksanını belirler. Düzeni ve hiyerarşiyi toplum endeksli olarak sağlar. Bundan dolayı ki toplum ve ‘şehir’ birlikteliği ‘insan’a dair çözer.
“İnsan”ın çevresinin bilincinde olması ve çevrenin teşekkülüne ait kararlara katılması, buna karşılık bireyin ve yönlendirilip güdülecek kitlelerin önemsiz sayılması, nasıl birbirinin zıddı iki yönetim üslubuna tekabül ediyorsa, insanların apartmanlarda veya küçük bahçeli evlerde oturtulması da bu iki bağdaşmaz yaklaşımının şehir yapısındaki, ev mimarisindeki iki farklı tezahürüdür.[1] Çünkü üst akıldan çizilmiş ve planlanmış şehir planı uzaktan ne kadar ihtişamlı görünse de ‘insan’ ve insanlığa dair bir fikir oluşturmamaktadır. Beton yığınlarının içine gömülmüş toplumunun zamanla kalbindeki hislerin kaybedeceği aşikârdır. Bundan dolayı Avrupa’nın ‘soğuk binalar’ inşa etmesinden sonra kendi toplumunun yalnızlık ve sevgiden yoksun bir millet haline gelmesi de bundandır. Daha sonraları müstakil ve bahçeli yapılara geçmesi ve toplumun dinamiklerine ayak uydurması da bundan dolayıdır. Şuan bile Almanya’da yan yanda bulunan iki ev; yapıların sahiplerinden biri eviyle alakalı bir düzenleme yaptığında komşusundan izin almak zorundadır. Hatta habersiz yapılan eklentiyi o bölgedeki yönetime bildirilerek yıkım işlemi bile gerçekleştirilir. Ve yahut büyüklüğün gösterişi zannedilen gökdelenler Amerika ve Avrupa ülkelerinde ofis ve büro olarak kullanılırken Türkiye de bu durum hala bir yarıştan ibarettir. Ufki şehirleşmenin olabileceği durumlar ve olasılıklar mevcut iken yapay ve şu anki ‘bölgeci’ bir durum mevcuttur. Eski mimarlık anlayışları üzerine düşünmeden taklitçi ürünlerin meydana geldiği bir yapı yığını oluşmaktadır.
Buna binaen İslam mimarisinde ise durum bu şekilde değildir. Daha çok gizliliğe dayanır. Saklı bir mimarlığa adanmış bir sanat formunu göstermesinden ötürü” peçenin mimarisi” diye bilinir. Bu hem binanın tasarımında hem de kentin ya da bina grubunun içindeki yerinden bellidir. İslam binalarının dışı, işlevini ya da içindeki mekânın düzenlemesini nadiren ele verir. Binalar çoğu kez kendi başlarında değil de çevresiyle kaynaşacak şekilde tasarlanır.[2] Bulunduğu bölgenin karakteristik özelliklerin barındırır. Şehri imar ederken hem fiziki hem de sosyal ve psikolojik üsluplarına dikkat eder. Mardin’deki taş evler ve Safranbolu’daki ahşap evler bölgedeki iklim ve durumları temel alınarak inşa edilmesi buna örnek gösterile bilinir.
Bu bağlamda yapılar kalıcılık ve geçicilik üzerine bina edilmektedir. Eğitim, hastane, ibadethane ve konaklama gibi alanlarda toplumun istediği dizaynda gerçekleşir. Medreseler, camiler, kervansaraylar gibi çevreyi ve şehrin büyüme yönünü geliştirecek olanaklar sağlar. Mimar ise koordinasyon görevini ifa edebilmek ve kullanıcının ihtiyaçlarını ve tercihlerini anlayabilmek için hali hazırda var olan sınırlılıkları değerlendirerek bunlar arasında bir hiyerarşi tesis etmekle yükümlüdür.
İnsanların evlerinin şekillenmesine ait kararlara katılma hakkı, evlerden oluşan yerleşme biçimi yanında evlerin birbiriyle münasebetlerine ait meselelerin de ele alınmasını, yerleşme düzenine dayanışma, koruma, mahremiyet, toplumsallık, ferdilik, yalnızlık gibi konularında çözümlenmesi gerekir.[3] Çünkü yapı inşa süreci, temelde inancın inşa sürecidir. Kalıp mimarlık anlayışı değil ‘insan’ ve ‘çevre’ bağlamında mekân örgüsü olmalıdır. Şehrin, kentleşme halini aldığı durum ise geleneksel de belleğine kaydettiği yapıyı unutmamasıdır. Aile ve çocukların yapısal unsur olduğu mahalle tamda bu duruma örnektir. Çıkmaz sokakların olduğu, arabaların her koşulda geçemediği ve bir anda atmosferi değişen organizasyonlar bütünüdür. Mahremiyet ve komşuluk ilişkilerini de göz önüne alırsak imar ve imar etme gelecek neslin imar düzenine dönüşür. Bu durumda artık çocuklar; evlerinin bahçelerinde, daha sonra evlerinin önünde, mahallelerinin meydanlarında büyümek, dünyayı tanımak ve oynamak imkânına kavuşur. Aynı zamanda yaşlılar da aile bütünlüğün bir unsuru olarak ölümü beklemeye ve yalnızlığa mahkûm bırakılmazlar.
Son olarak toplumsal bir unsur olan mekân; insani ve akli birliktelikte şehrin hafızası temel alınarak ele alındığında zamansal duruma adapte olur. Şuan bile geçmişten günümüze hala değişen durumuyla bir den fazla mahalle ve mahalleri oluşturan camiler ve onların etrafında gelişen örüntüler mevcuttur. Bunun aksine camilerin merkeziyetçiliğin dışına bırakılmasından sonra yerini alan ‘avm’ler soğuk ve hissiz yerleşmenin ürünü haline gelmektedir.
Söz&Kalem - Ahmet Şimşek
[1] İslam’da Şehir Ve Mimari, Turgut Cansever, syf:81
[2] 30 sn’de Mimarlık, Edward Denison, syf:14 İslam Mimarisi
[3] İslam’da Şehir Ve Mimari, Turgut Cansever, syf:81